Naci ASLAN
Oluşum Drama Enstitüsü
Kötü günler yaşıyoruz,
biz, Anadolu insanları...
yaşam bir karabasan...
yoksa biz,
biz öldük de,
yaşadığımızı mı sanıyoruz?...
Bizanslı Palladas (MS. 4-5 yüzyıl) (1)
İnsan duyguları aradan bin yıllar geçse de, değişmeyebiliyor. Kötü günler yaşadığını dile getiren yurttaşımız Palladas’ın dizeleri, 1500 yıl öncesinden akıp bu güne ulaşıyor. Hatta, Neolitik uzmanları, o çağda yaşayan insanlarla, bu günkü insanların aynı duyguları, aynı kaygıları yaşadığını düşünüyorlar.
Bu çalışmada tarih ve drama çalışmalarımız sırasında yaptığımız araştırmalarda edinilen bilgiler ışığında, kültür tarihi açısından yabancılaştırma ve yabancılaşma kavramları ile bunların drama – tiyatro ile bağlantıları üzerinde durulmaktadır.
Burada yabancılaşma, yabancılaştırmanın bir sonucu olarak düşünülebileceği gibi, doğrudan insanın kendi kendisine yabancılaşması da düşünülebilir. Belli başlı tartışma konuları şöyle sıralanabilir;
· Tarihsel süreçte insanın, insansal olmayan ürünler yaratarak, kendi kendisine yabancılaşması,
· Sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik yaşamda, yönetenler eliyle yapılan yabancılaştırma,
· Bunların sonucu olarak insanın kendisine ve kültürüne yabancılaşması,
· Tüm bu yabancılaşmaları kırmak için, tiyatro ve dramada yapılan yabancılaştırma.
Yabancılaştırma ve Yabancılaşma (2)
Yabancılaşma sözcüğü Alman Filozofu Karl Marx tarafından, “bir eylem veya içinde bulunulan bir durum aracılığıyla, bir kişi, grup, kurum veya toplumun, kendi etkin özgünlüğünün sonuçlarına, ürünlerine ya da etkinliğin kendisine, içinde yaşadığı doğaya, diğer insanlara ve buna ek olarak kendi kendisine, kendi özgün insani kapasitelerine yabancı duruma gelmesi” olarak tanımlanmıştır. (3)
Yabancılaşma yukarıda belirtilen şekilde düşünüldüğünde aslında her zaman kendi kendine yabancılaşma olmaktadır.
Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi yabancılaşma maddesinde tarihsel bir perspektifle şunları söylemektedir.
“Yabancılaşma insanın insan olmayana dönüşmesidir. İnsanın ürettiklerinin, insanı boyunduruğu altına alan karşıt güçler haline gelmesi ve bunun sonucu olarak da, insanı insan olmayana dönüştürmeleri sürecini anlatır. Tarihsel süreçte insan, tarihsel ve toplumsal yasaların bilgisini edinip onlara egemen olamamasından ötürü, toplumsal gelişmeyi insansal özünü geliştirici bir biçimde yönlendirememiştir. İnsan tarihsel süreçte, kendisine yabancı ürünler ortaya koymuştur. Başta ekonomik yabancı olmak üzere, kendisini korkudan titreten tanrı adında bir dinsel yabancı, kendisini köleleştiren ve baskı altında tutan devlet adında bir siyasal yabancı, kendisine soluk alma olanağı bile tanımayan yasalar adında bir hukuksal yabancı, bilincini bilinçdışına ve usunu usa aykırılığa iten idealizm adında bir felsefi yabancı vb. yaratmıştır. Bundan ötürü insan, yarattığı özdeksel ve tinsel dünyasını durmadan zenginleştirdiği halde, bizzat kendisini özdeksel ve tinsel olarak durmadan yoksullaştırmıştır. Bunun sonucu olarak da insan, bizzat kendi kendisine yabancılaşmış ve insan olmayana dönüşmüştür.” (4)
Yabancılaşma kavramı değişik açılardan ele alınabilir.
· İnsanın doğaya yabancılaşması,
· İnsanın kültürüne yabancılaşması,
· İnsanın insana yabancılaşması,
· İnsanın kendisine yabancılaşması.
İnsanoğlu yüz binlerce yıl boyunca doğayla iç içe yaşadı. Yaşaması için gereken her şeyi doğadan sağladı ve doğaya inandı. Ağacı, akan suyu, dağı kutsal saydı. Kendisi için tehlikeli olan yaban hayvanlarını kutsadı ve onların heykellerini yaparak ruhlarını, ruhuna kattı ama tüm bunlar kendisine yabancılaşmaya başlamasına neden oldu.
Bu süreçte kolektif bir yaşantı sürdürüyordu. Ancak özel mülkiyetin oluşması, mülkiyet sahibinin gücünü diğerlerine karşı kullanmaya başlaması sonucunda doğaya yabancılaşma hızlandı.
Doğaya yabancılaşan insan, giderek kültürüne de yabancılaştı. İnsanın kültürüne yabancılaşması kuşkusuz, kültürün bir ürünü olan kimliğine, kim olduğuna yabancılaşmasını hızlandırdı. İnsanın doğaya, kültürüne ve kendisine yabancılaşması burada ayrı aşamalar şeklinde ele alınmışsa da, tarihsel süreçte bunların iç içe geçmiş olduğu görülür.
Uygur’a göre kültür, “insanın ortaya koyduğu, içinde insanın var olduğu tüm gerçeklik” demektir. Kültür deyince insan dünyasını taşıyan, insan varlığında gördüğümüz her şey anlaşılabilir. Kültür, doğanın insanlaştırılma biçimi, bu insanlaştırmaya özgü süreç ve verimdir. (5)
Tezcan’a göre, kültür en geniş anlamıyla, “bir toplumun tüm yaşam biçimidir.” İnsan davranışının öğrenilen yönüdür. Özel bir kültürden söz ettiğimizde, o toplumdaki insanların toplam olarak paylaşılmış yaşam biçimleri kastedilmektedir. Onların duygu, düşünce ve hareketlerinden oluşan kalıplardır. Maddi olabileceği gibi (konutlar, giyimleri, kullandıkları araç gereçler), manevi öğeleri (din, hukuk, sanat, dil, gelenekler) de kapsar. (6)
Kültür, en geniş anlamda insanların yaşama biçimidir. Yaşama biçimi kavramı, insanın hayatındaki her alanı kapsamaktadır. Bir insanın kültürü denince, onun giyinmesi, barınması, yemesi – içmesi, inançları, dili, hukuku, iletişimi, dünyayı algılayışı ve benzerleri anlaşılmalıdır.
Kültüre yabancılaşma kavramı, yukarıda sayılan; giyinme, barınma, yeme-içme, inanç, dil ve benzerlerinin birini, bir kaçını ya da tümünü kapsayabilir. Hayatı tümüyle kavrayan kültürüne yabancılaşan kişinin durumu, yaşadıkları dikkatle incelenmeye ve anlaşılmaya değerdir. Bireyin yabancılaşma sonucunda geldiği nokta neresidir? Kendisine yabancılaşan ve bunun uzantısı olarak, kimliği belirsiz hale gelen birey, ait olma ihtiyacını nasıl karşılayacaktır?
İnsanın kendisine yabancılaşması, diğer yabancılaşma alanlarından ayrı düşünülemez ama kendisine yabancılaşan insanı, ruhsal olarak da pek çok sorun beklemektedir. Bu nedenle “kendine yabancılaşma” drama çalışmaları açısından önem kazanmaktadır. Bu konuda psikoloji alanıyla işbirliği kaçınılmaz olmaktadır.
En temel sorun, kendisine yabancılaşan bireyin, insan olmanın en önemli etkeni olan “ait olma” ihtiyacını karşılayamaz olmasıdır. Böyle bir insanın çevresindeki insanlara, içinde yaşadığı topluma, kültürüne inancı azalabilir. Gelecek beklentisi kaybolabilir ve yaşama arzusunda zayıflama görülebilir.
Günümüzde insanların önemli bir kısmı yabancılaşmadan kaynaklanan yalnızlık duygusu yaşamaktadır. Drama bu yalnızlık duygusunu kırmaya yardımcı olabilir. Bunun için liderin eğitiminden başlayarak, dramanın yapılandırılmasına kadar pek çok konuda hazırlıklı olunması gerekmektedir.
Bireydeki bu yabancılaşma kuşkusuz, bireylerin oluşturduğu toplumdan soyutlanamaz. Toplumların tarihsel gelişim sürecine bakıldığında, yabancılaştırma ve yabancılaşmanın kaynakları daha açık olarak görülmektedir.
Sosyal, siyasal ve ekonomik alandaki yabancılaştırma, yönetenler ve sermaye sahipleri eliyle yapılan ve yönetilenlerin aleyhine işleyen bir mekanizmadır. Kültür binlerce yılda oluşur. Binlerce yılda oluşan kültürü bir gecede ya da birkaç yılda değiştirmenin pek olanaklı olmadığı, dünyanın tarihsel sürecinde kendini göstermektedir.
İnsanın başkası gibi değil, kendisi gibi olması önemlidir. Kendi gibi olmak denince, yukarıda yapılan kültür tanımında olduğu gibi, total bir olgu anlaşılmaktadır. Kendi gibi değil, başkası gibi olma ya da kendi olamama ciddi bireysel ve toplumsal sorunlar yaratabilmektedir.
Kültürüne yabancılaşmanın başlangıç noktalarından biri de, kültürün yazılması ve yazılı olarak da gelecek kuşaklara aktarılması sorunudur. Örneğin, Anadolu toprağında yaşanan kültürün tarihi; Hititlerin, Khaldların, Osmanlı’nın tarihi vb. kendi insanımız tarafından değil, hep batılılarca yazılmıştır. Ancak bu yazımın tek yanlı olmadığını söylemek çoğunlukla güç olmaktadır. Son yüzyılın sonlarına doğru, kendi insanımız da tarihinin yazımına katılmaya başlamıştır. Ancak bu girişim çoğunlukla, doğuyu kendisinden kalın bir çizgiyle ayıran Batı ideolojilerinin etkisinde kalmaktadır.
Buradaki Batı deyimiyle, Batı dünyasının ve kültürünün tümüyle reddedildiği düşünülmemelidir. Buradan hareketle, öz’cü bir düşünce geliştirilmeye çalışıldığı anlaşılmamalıdır. Buradaki deyim, Batılı insanları, onların aydınlarını, bilim insanlarını değil, yayılmacı, sömürgeci, insanı meta gibi gören Batı ideolojilerini ifade etmektedir ve bu ideolojiler çoğunlukla Doğu’nun insanları için üretilmektedir.
Bu teoriler okullarımızda okutulmakta ve bize empoze edilmeye çalışılmaktadır. Kendimizi bu teorilerden kurtardığımızda, kültür tarihi apaçık ve yalın bir şekilde karşımızda durabilmektedir. Kendisini bu teorilerden kurtarmış Doğu’lu ya da Batı’lı pek çok insanın olması gelecek için umut vermektedir.
Üzerine yaşadığımız coğrafyanın kültürü nedir ve nerelerden beslenmektedir? Yani bugün Anadolu denen toprak parçasında, Ankara’da, İstanbul’da, Trabzon’da ya da Mardin’de yaşanan kültürün kaynağı nedir? Kültürümüzün olumlu ve olumsuz yönleri nelerdir? Bunları bilmek, kendini bilmek anlamına gelmektedir. İnsanımız eğer kendi kültür kaynaklarını, verili söylemin dışındaki bakış açılarıyla öğrenirse, aslında Batı’da bu gün yaşanan kültürün kaynağının da kendininkiyle aynı olduğunu açıkça görebilecektir.
Anadolu’da bugün yaşamakta olduğumuz kültürün üç temel kaynağı vardır.
Orta Asyalı Türk kavimlerinin batıya (Anadolu’ya) göç ederken beraberlerinde getirdikleri Orta AsyaTürk Kültürü,
İslamiyet ile birlikte Ön Afrika ve Ortadoğu’dan gelen Arap İslam Kültürü,
Anadolu’da daha önceki uygarlıkların yarattığı Anadolu Kültürü.
Bugünkü kültürümüzün bu üç kaynağının oluşum süreçlerinde ise başka kültürlerin etkisi de vardır. Örneğin Orta Asya kültüründe Çin etkisi; Arap İslam kültüründe Antik Mısır etkisi ve Anadolu kültüründe daha önceleri Anadolu’da yaşayanların etkisi.
Selçuklu Devleti Anadolu’da yaşanan kültüre de sahip çıkarak ve özellikle Roma İmparatorluğu devlet yapısı biçiminde örgütlenerek Anadolu’da bir süre egemenlik sürmüştür. Osmanlı ise Selçuklu Devleti’nin mirasını da alarak ve Roma İmparatorluğu örgütlenmesini aynen uygulayarak adeta 3. Roma İmparatorluğu olmuştur. Osmanlı, Batı kültürünün yaşamasına izin vererek, o kültüre sahip çıkmıştır. Örneğin camilerini kiliselerin üzerine inşa etmemiştir. Çok ulus’lu, çok dil’li ve çok din’li bir imparatorluk olarak Avrupa’nın içlerine kadar egemen olmuştur.
Osmanlı’nın Türk kültürüne gereği kadar sahip çıkmadığı söylenebilir. Aslında Osmanlı kendi kaynağına baştan beri yabancılaşmıştır. Bu konuda pek çok örnek verilebilir. Osmanlı padişahları hep Avrupalı kadınlarla evlenmişler ve böylece Batılı olmaya çalışmışlardır. Güvenç bu konuda şunları söylemektedir.
“Hıristiyan Batı’ya göre Osmanlı Hanedanı Türk’tü; ama Osmanlılara göre Müslüman Türkler Osmanlı Devleti’nin bir tebaasıydı. Osmanlı düşüncesinde, Türk–Türk olmayan ayrımı yerine, yöneten devlet (asker) – yönetilen halk (tebaa) ayrımı vardı. Devlet görevleri, Türklerin –değil tekelinde– elinde bile değildi. Osmanlı, yönettiği, yöneteceği ülkelere barış vaat eden İslam devletiydi – bir Türk İmparatorluğu değildi. Osmanlı hem Selçuklu ile Bizans’ın, hem de Doğu’nun (yani Karahanlıların, İranlıların, İlhanlıların, Arapların) devamıydı denilebilir.” (7)
Osmanlı İmparatorluğu’nda bir yandan da hilafet sürdürülmüş, duraklama döneminden itibaren din baskısı artmış ve Ortaçağ’da ilerisinde olduğu Batı uygarlığının çok gerisinde kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Batı’ya yönelme yoğunluk kazanmış ve Meşrutiyet’le birlikte bu yönelim doruk noktasına ulaşmıştır.
Cumhuriyetle birlikte yaşanan hızlı değişimle (Metamorfoz. Burada Metamorfoz deyimini kullanmamızın nedeni, TRT tarafından yapılan, Refik Erduran’ın senaryosunu yazdığı, Fevzi Tuna’nın yönettiği ve Atatürk rolünü Mahir Günşıray’ın oynadığı METAMORFOZ isimli belgesel filimdir. Biz de bu filimde küçük bir rol oynamıştık. Film zaman zaman gösterilmeye devam etmektedir.) Osmanlı’ya ait tüm kültürel değerler değiştirilmiştir. Ancak, binlerce yılda oluşan kültür birikimlerini bir gecede ya da birkaç yılda değiştirmenin pek olanaklı olmadığı tarihsel süreçte kendini göstermektedir. Bu değişimlerin kimilerinin, günümüzde bile henüz tam olarak yerine oturmadığı söylenebilir. Bu süreç, sosyolojik olarak da son derece doğal bir süreçtir. Çünkü kültürel değişimler yavaş ilerler.
Çok partili dönemde özellikle din alanındaki değişimleri benimsemeyen çevrelerin de etkisiyle, halkın bu duyguları sömürülmeye başlanmıştır. Ancak bir yandan da kendi kültürünü görmezden gelerek Batı’ya yönelim devam etmiş, hatta devlet eliyle yapılan anlaşmalarla bu bağımlılık ve öykünme daha da meşruluk kazanmış, giderek resmi bir politika haline dönüşmüştür. Günümüzde ise Batı’ya entegrasyon adeta çağdaşlığın göstergesi gibi sunulmaya çalışılmakta, çağdaşlık Batılı olmak anlamına gelmektedir.
Meşrutiyetten bu yana, Anadolu insanının kültür değerlerinin bu denli yok sayılması, bu ideolojinin karşıtlarını da yaratmış ve aşırı ulusçu, radikal dinci gibi görüşler daha hararetle savunulmaya başlanmıştır. Batı, Ortaçağ’dan sonra laikliği gerçekleştirdiği halde, İslamiyet henüz Aydınlanma’sını başaramamıştır.
1840 – 1850’li yıllarda Kuzey Avrupa’da başlayan ırkçılık, üretime makinenin girmesi, fazla üretim ve bunun sonucu olarak yeni pazarların aranması Batı’nın, Doğu ideolojisini ortaya çıkarmıştır. Bu düşünceyle Batı, kendi dışındaki toplumları uygarlığın gelişme dinamiklerinin dışında görmekte ve göstermektedir. Batı ideolojisine göre Avrupa dışı toplumların bu günkü geldikleri noktanın geri olmasının nedeni, gelişme sürecinde farklı yollar izlenmesindedir. İzlenen yollar farklı olduğuna göre gelinen nokta da farklıdır. Bu noktada yapılacak tek şey geri kalmış Avrupa dışı toplumların ileri Avrupa’ya entegre olmalarıdır. Doğal olarak bu entegrasyonun tüm kurallarını da Avrupa belirler. Avrupa Uygarlığı; Antik Yunan, Roma, Hıristiyan Feodal Avrupa ve Kapitalist Avrupa şeklinde bir süreç yaşayarak bugünkü gelişmişlik düzeyine ulaşmıştır. Bu gün kültürde, felsefede, sanatta, eğitimde, teknolojide, mimarlıkta, hukukta yaşanan ne varsa bu sürecin ürünüdür. Tüm alanlardaki ilk referans Antik Yunan’dır. Bu şu anlama gelmektedir; ne olmuşsa olmuş ve Antik Yunan’da bir mucize gerçekleşerek bugünkü Avrupa uygarlığı süreci başlamıştır.
Oysa uygarlıklarının gelişme dinamikleri birbirinden ayrılamaz. Bu yanılgı tarih yazımında da kendini göstermektedir. Örneğin kimi Avrupalı tarihçilere göre Çatalhöyük dönemin en önemli yerleşim bölgesidir. Oysa yapılan kazılarda o bölgede yüzlerce yerleşim saptanmıştır. Çatal ise bunlardan sadece birisidir. Çoğu Avrupalı bilim insanının yaptığı çalışmalar da bunu desteklemektedir. Ancak konuya yakından baktığımızda Avrupalı pek çok sanayi kuruluşunun Çatal kazılarının sponsorluğunu yaptığını ve bu nedenle Çatal’ın bu kadar öne çıktığını görmekteyiz.
Uygarlıkların gelişme dinamiklerinin birbirinden ayrılamayacağına ve aslında bir Antik Yunan Mucizesi’nin olmadığına ilişkin başka örnekler de vardır. Örneğin hukukun kaynağı, Antik Yunan değil, Sümer Uygarlığı’dır. Hititler tarihte ilk Asiller Meclisi’ni oluşturup, kralın yetkilerini sınırlamışlardır. Bu gün bilebildiğimiz ilk sahne Hitit İmparatorluğu’nun başkenti Hattuşa’da Büyük Tapınak içindedir. (8) Tarihte ilk oyunculuk eğitimi Hititler’de başlamıştır. Arkeologların Sanatçılar Evi diye nitelendirdikleri bina bunun kanıtı olmaktadır. (9)
Edebiyatı, sanatı, mitolojiyi ve dini etkiyen ve tüm bunların arketipi olan Gilgameş Destanı Sümerler’de yazılmıştır. Gilgameş Antik Yunan ve Latin tarihinin, tiyatronun ve dramanın arketipidir. Yine örneğin; dran, dram, drama, tiyatro, komedya, tragedya, pedagoji gibi sözcükler Yunanca değildir. Tüm bu sözcükler ve daha pek çok sözcük Hint–Avrupa dili konuşan Hitit, Luwi uygarlıklarından gelmektedir. (10)
Thales Anadolulu bir filozof olarak doğayı ve özgürlüğü savunurken, Aristo, Yunanlı bir filozof olarak ruhu ve köleliği savunmuştur. Aristo şöyle der; “Atinalı olmayan köledir.”
Batı Anadolu’yu Antik Yunan saymak en büyük yanılgıdır ve Avrupamerkezli tarih teorilerinin ürünüdür.
Tarihçiler kültürü insan eliyle yapılan ve işlevselliği olan bir objenin başka bir insana devredilmesiyle başlatmaktadırlar. İşlevselliği olan o objeyi devralan insan onu geliştirerek, işlevselliğini arttırarak başka bir insana devretmiştir. Bu süreç 2,5 milyon yıl sürmüş ve sonunda bu günkü uygarlık düzeyine, tüm insanlığın ortak mirası olarak ulaşılmıştır.
Tiyatroda Yabancılaştırma (11)
Tiyatro ve yabancılaştırma kavramları bir araya gelince aklımıza gelen ilk isim kuşkusuz Bertolt Brecht oluyor. Brecht Aristotelesçi Tiyatro’ya karşı geliştirdiği Epik Diyalektik Tiyatro anlayışı ile Geleneksel Tiyatro’ya karşı en güçlü anti-tezi savunmuş ve uygulamıştır.
Brecht görüşünü oluştururken biçimci Rus yazarlarından ve Çin Tiyatrosu’ndan yararlanmıştır. Aslında bu biçim İtalyan Commedia dell’Arte tiyatrosunda ve bizdeki Ortaoyununda, kimi araştırmacılara göre 1500’lü yıllardan bu yana vardır. (12)
Bu konuda Geleneksel Tiyatromuzu farklı bir üslupla sürdüren Ferhan Şensoy şunları söylemektedir.
“Bir tiyatro ki güldürmez, ben o tiyatroya güler geçerim. diyen Augsbourg’lu temiz aile çocuğu Bertolt Brecht, Kel Hasan Efendi’yi bilmiyordu, bilmeden de öldü. Brecht doğduğunda, Hasan Efendi 22 yaşındaydı ve Brecht’in büyüyünce düşüneceği epik tiyatroyu bilfiil yapmaktaydı. Cahillik yalnız bize özgü değil, Avrupalılarında cahili oluyor. Burjuvaların kadife perdeli tiyatrosuyla alay etmek için, yamalı Brecht perdesini buluş olarak dünya tiyatrosuna getiren Bertolt Brecht, bunun daha önce “Abdülrezzak Perdesi” adı altında, Komik-i Şehir Abdülrezzak Efendi tarafından kullanıldığını bilmiyordu. Bilmemek ayıp değil. Ancak yaşamı boyunca bilmemekle yetinmeyip bu konuyu öğrenmemekte de direnen Brecht, bizim buralardan transit geçerek Çin Tiyatrosu’na gitti.”(13)
1985’den yakın zamana kadar Ankara’daki Uluslararası Drama Seminerleri’ne katılan H. W. Nickel ile yaşadığımız küçük bir anı da benzer nitelikler gösteriyordu. Tiyatrocuların ağırlıkta olduğu atölyede Nickel, salondakilerin Epik Tiyatro konusundaki ısrarlı soruları üzerine “bana bir epik oyunculuk, bir de dramatik oyunculuk örneği gösterir misiniz?” diye sordu. Atölyede bulunan ve çoğu epik tiyatroyu benimsemiş arkadaşlarımızdan biri çıktı ve yaptı. Nickel “hayır” dedi, “başka denemek isteyen var mı?” Birkaç kişinin denemesinden sonra Nickel’in şu sözünü unutamam, “epik tiyatroyu anlamak için Brecht’ten önce, kendi geleneksel tiyatronuza bakmalısınız. Sizin geleneksel tiyatronuz, aslında epik tiyatronun kendisidir.” Burada kendi tiyatromuza ve epik tiyatro uygulayıcılarımıza nasıl yabancılaştığımız açıkça görülmektedir.
Son dönemlerde Artoud, Barba, Boal vb. gibi pek çok tiyatro adamının, Doğu Tiyatrosu’na yönelmeleri, tiyatronun tekrar Antik Yunan öncesi kaynaklarına dönmesi için yaptıkları çalışmalar çok önemli olmaktadır.
Seyirci ile sahnenin birlikteliği, Forum Tiyatro, Spor Tiyatrosu gibi yönelimler yeni değildir. 1979 yılında Ankara’da, ülkemizin en eski amatör tiyatrosu olan Ankara Deneme Sahnesi’nin (ADS) sahneye koyduğu ve Nurhan Karadağ tarafından yönetilen “Gerçek Kavga” isimli oyun bunun en güzel örneğidir. ADS’nin “söyleşili tiyatro” diyebileceğimiz bu tarz başka oyunları da vardır. Burada bu örneği vermemizin nedeni, 1979 yılında Gençlik Parkı Açık Hava Tiyatrosu’nda oyunu izlemiş olmamızdır. Prof. Dr. Nurhan KARADAĞ’ın doktora tezinin “Dramatik Köylü Oyunları” olması da kuşkusuz “söyleşili tiyatro” biçimini kullanmalarında etken olmuştur. Gerçek Kavga isimli oyunun belli yerlerinde seyirciyle etkileşime girilmesi, oyunun sonucunu seyircinin belirlemesi kullanılmıştır. Bu biçimin geleneksel tiyatromuz içinde de örnekleri vardır.
Seyirciden bir tema alıp kısa sürede hazırlayıp oynamak da yeni bir buluş değildir. 1984 yılında kurulan ve bizim de mensubu olduğumuz “Sanat Kurumu Deneme Sahnesi” 27 Mart 1985 tarihinde Ankara’da, Mayıs ayında ise Hasadede’de böylesi çalışmalar yapmıştır.
Burada önemli olan bu biçimler değil, bunların hangi amaçla yapılmakta olduğudur. Tüm bu denemeler ve uygulamalar bir ihtiyaçtan doğar. Toplumun dinamikleri, sanat çalışanlarını da etkiler ve o dinamiklere uygun biçimler geliştirirler.
Oyuncu yetiştirmede klişe kalıpları kırarak, oyuncunun düşgücünü, yaratıcılığını, spontanlığını ve oynama becerisini geliştirmek, izleyeni sahnede yaşanan olayların fiili olarak içine çekmek ve dramatik gelişimin “karar veren” öğesi haline getirmek bu ihtiyaçların temel ekseni olabilir. Daha da önemlisi bu süreçlerde “insan”ın ve onun duygularının yapılan işin odağında olmasıdır. Bu girişim tiyatro tarihi açısından, ritüele dönüşme çabasıdır.
Bu denemeler sadece “yeni” olduğu için ya da sadece Batılılar yaptığı için değil, bir ihtiyaçtan doğduğunda, seyircisini bulur. Böyle olduğunda “seyirci gelmiyor” sorunu çözümlenir ve tiyatro tekrar seyircisiyle buluşur. Sanat çalışanının içinde yaşadığı toplumun dinamiklerinin farkında olması ve bu dinamiklerden etkilenmesi, bu açıdan da önemlidir.
Bunları denerken de, kendinden önce yapılanları bilmek ve incelemek, “miladı kendinden menkul görme” anlayışından kurtulmak gerekir.
abancılaşmayı Kırmak İçin Ritüeller
İnsanoğlu kolektif bir yaşantı sürdürürken, tamamen işlevsel olarak ve tüm topluluk tarafından ortak yansıladığı rit’ler, yabancılaşma önünde önemli bir engeldi. Çünkü rit’in sonucu, topluluğu, hatta tüm insanlığı ilgilendiriyordu.
Rit’ler her seferinde “şimdi burada” yapılıyor ve rit’e katılanlar bazen izleyici, bazen katılımcı oluyorlardı. Töreni, sadece kendileri için değil, tüm insanlık için yapıyorlardı. Burada bireysel çözüm yerine, tüm topluluğun işine yarayacak bir çözüm için çaba harcanıyordu.
Rit’lerin yabancılaşmayı engelleyen yönü ise; topluluğun üyesi olma, birlikte, ortak bir hedefe yönelme, paylaşma, ait olma duygularını tatmin etmesiydi.
Günümüzde kaybetmeye başladığımız en önemli değerlerden biri de, tüm insanlık ya da sadece yakınımızdakiler için ortak bir üretimde bulunmak olmaktadır. Belki bazı köy yerleşmelerimizde hala “imece” anlayışı devam etmektedir ama tüm grup yararına bir iş yapmak ya da üretimde bulunmak artık vazgeçmeye başladığımız bir değer olmaktadır.
Tüm insanlar için ortak bir uğraşı yerine, kendini kurtarma, bireyci çözüm arayışları ön plana çıkmıştır. Drama bireyselliği geliştirirken, bireyciliği törpüleyen bir yöntem olmalıdır.
Dramada Yabancılaştırma
Drama kavramı da aslında bu gün geldiğimiz noktada, bir geriye dönüş (rit’e dönüş) ve içinde bulunduğumuz yabancılaşmanın bir sonucu olabilir.
Dramada hedeflere ulaşmada çok çeşitli yabancılaştırma teknikleri kullanılmaktadır. Örnek olarak var olan gerçekliğe bir başkası gibi bakma ve bu şekilde olaya dışarıdan bakarak, kendi duygu ve düşüncelerini ifade etmeyi verebiliriz. Ya da röportaj tekniğinde olduğu gibi ortama yabancılaşıp var olanları kendi duygu ve düşünceleriyle ifade etme ve böylece kendi davranışlar hakkında içgörü kazanma sağlanabilmektedir. Tüm bu çalışmalarda asıl olan teknik değil, o tekniğin katılımcıya içgörü kazandırmasıdır.
Yabancılaşmayı kırabilmek için bireyin bunun farkında olması ve yabancılaştığı gerçeği öğrenmesi gerekmektedir. Öyleyse dramada örneğin kültürüne yabancılaşmayı kırmak için oluşturulacak yaşantılar, katılımcının yabancılaşma noktalarını ortaya çıkaracak şekilde yapılandırılmalıdır. Ancak bunun için öncelikle drama liderinin kültürüne hakim olması gerekmektedir.
Özellikle tarih, müze vb. konularda drama çalışmaları yapan liderlerin, öngörülmüş tarih anlayışını bir kenara bırakıp, farklı kaynaklardan kendi tarihimizi ve kültürümüzü öğrenmesi gerekmektedir.
Dramada doğaçlamalar yabancılaşmayı kıracak şekilde yapılandırılmalıdır. Örneğin lider değerlendirme sırasında katılımcıya “Sen, o rolü, öyle oynamayı tercih ettin. Bunun nedenini bizimle paylaşmak ister misin?” diye sorarsa, katılımcı kendine dışarıdan bakma ihtiyacı duyacak, davranışlarını analitik olarak değerlendirecek ve böylece içgörü kazanabilecektir.
Gelişimciler insanın gelişim evrelerindeki geçişlerin sağlıklı olması gerektiğini söylemektedirler. Bu noktada bireyin bu gelişim aşamalarından sağlıklı geçip geçmediği önem kazanmaktadır. Böylece dramada anomi’yi (14) kırmak için, diğer etkenlerin yanında kişinin gelişim sürecini nasıl tamamladığı, bu süreçleri sağlıklı yaşayıp yaşamadığı da önem kazanmaktadır.
Kültürüne yabancılaşmayı önlemek için dramada öncelikle tarihimizin ve kültürümüzün katılımcılara sevdirilmesi ve bunun sonucunda da bir tarih – kültür bilincinin oluşması gerekmektedir. Bu nedenle tarih konusunda çalışacak liderin ve katılımcıların her konuda olduğu gibi, bu konuda da önceden hazırlık yapması gerekmektedir. “Bütün bunları öğreneceğiz de, ne olacak” ilkelliğinden kurtulmak, tarih ve drama çalışmalarında anahtar görevi görecektir.
Okullarda ve çeşitli kurumlarda yapılan tarihsel gün kutlamaları katılanlar için bir sıkıntı, hatta eziyet olmaktan çıkartılabilir. Bunun için drama kullanılmalıdır. Bu günler herhangi bir kutlamanın ötesinde, kültürü tanıtmak, yakın tarihe odaklanmak için bir araç olabilir. Çoğu drama liderinin, Kurtuluş Savaşı ile ilgili yaptığı drama çalışmaları, yakın tarihimiz açısından çok olumlu sonuçlar vermiştir.
Bu noktada drama liderlerinin formasyonu önem kazanmaktadır. Bu formasyon, yukarıda da söylendiği gibi, pek çok alan yanında tarih ve kültür bilincini de kapsamaktadır. Kültürünü bilmeyen bir liderin, bu konuda katılımcılara fazla bir şey verebileceğini söyleyemeyiz.
2004 yılında altıncısı yapılacak olan Ulusal Drama Semineri’nin konusunun “drama liderliği” olduğunu hatırlatmak isterim. Bu seminerde çok geniş bir perspektifle drama liderliği tartışılacaktır ve konuyla ilgili atölye çalışmaları yapılacaktır.
Sonuç
Drama konusunda en büyük yanılgımız; “drama her şeye yarar, her sorunu çözer” görüşüdür. Aslında her şeye yarayan, aynı zamanda hiçbir şeye yaramayan olmaktadır.
Birkaç drama çalışmasıyla bireydeki yabancılaşmanın kırılacağını beklememek gerekir. Bu çok uzun bir çalışma gerektiren, zorlu bir süreçtir.
Bu günkü dünya kültürü tüm insanlığın ortak mirasıdır. Her kültür kendi dinamikleri göz önünde tutularak değerlendirilmelidir. Hiçbir kültür diğerinden üstün değildir. Tarihsel süreçte her uygarlık diğerini etkilemiş ve dünya kültürüne yeni açılımlar getirmiştir.
Bölgesel, dinsel, etnik farklılıklar dünya kültürünün çok renkliliğinin ve zenginliğinin göstergesidir. Globalleşme uluslararası sermayenin, yani paranın globalleşmesidir. Her ulus kendi kültürünü sürdürebilmelidir. Ortak kültür diye tanımlanan olgu aslında, farklılıkların oluşturduğu kültürdür ve yaşamaya devam edecektir.
Tüm bunlar insanın daha insanca yaşaması için yapılmaktadır — yapılmalıdır. Tüm çabaların, uğraşıların arketipi insandır.
Ve unutulmamalıdır ki, “insan dünyaya ölmek için” (15) değil, insanca, onurlu ve mutlu bir şekilde yaşamak için gelir.
Ekler
Ek 1
Yabancılaşma
Yabancılaşma Osmanlıca teferruk (ayrılma, dağılma) (16) anlamına gelmektedir. İngilizce alienation; “vazgeçirme, soğutma, diğerine feragat ve temlik etme, dini kurumlara ait mülkü ellere verme, akli dengesizlik” (17) anlamına gelirken, buradaki kök sözcük “alien” olmaktadır. Sözcük Fransızca’dan İngilizce’ye geçmiştir. Kök sözcük “alien”in anlamı ise strange (görülmemiş, ilk defa görülen, başka yerden gelmiş, yeni alışılmamış, tuhaf, acayip, yabancı, utangaç, çekingen) olmakta iken, (18) alienation sözcüğünün Fransızca karşılığı “delilik” olmaktadır.(19)
Yabancılaşma sözcüğü Latince alienati/o-onis olarak kullanılmıştır. Anlamı ise “yabancılaşma, ayrılma, anlaşmazlık, şaşkınlık, bilinç bozukluğudur.”(20) Sözcüğün Latince etimolojik karşılığı ise (alienatio, onis) transference (duyguların ruhsal olarak bir başkasına yönelmesi), aversion (nefret iğrenme, tiksinme), dislike (sevmemek, hoşlanmamak, nefret) olmaktadır.(21)
Alien sözcüğü Latince’ye Antik Yunanca’dan geçmiştir. Sözcük Antik Yunanca’da äλλos (allios) (22) şeklinde yazılır ve anlamı “başkası”, “barbar”, “diğer”, “öteki”, “başka yer”, “öteki yer”dir.(23) Sözcüğün sonundaki Yunan takısı “os” çıkarıldığında geriye kök sözcük “ali” kalır. Ali sözcüğü Hellen dilinde “tuz”, “deniz” demektir. Hitit – Luwi dilinde “tuz” sözcüğünün karşılığı da “ali”dir. Sözcük Luwice’den Antik Yunan diline geçmiştir.(24)
Öneri: “Allios” sözcüğü Antik Yunanlılarca kendilerinden olmayan, denizden gelen, barbarlar, yabancılar için kullanılmış olabilir.
Ek 2
Tiyatroda Yabancılaştırma
Epik tiyatronun ve epik oyunculuğun temel taşlarından olan yabancılaştırma, Brecht tarafından biçimci Rus yazarlarının “yabancılaştırma aracı” deyimi ile Çin oyunculuk tekniğinden yararlanarak oluşturulmuştur.
Yabancılaştırma Etmeni, epik tiyatroyu, benzetmeci ve dramatik tiyatrodan olduğu kadar, natüralist tiyatronun “dördüncü duvar” anlayışından, geleneksel psikolojik-gerçekçi tiyatronun “yaşantı birliği” anlayışından kökten ayırır.
Yabacılaştırma Etmeni, gerçeği ortaya koyabilmenin, bir anlatım tekniği olarak, yani gerek gerçekliği görünüşle özdeşleştiren “metafizik maddeci” anlayışın, gerekse gerçekliği belli bir öz’le özdeşleştiren “idealist” anlayışın karşısındadır. Nesnel gerçekliği gözlemleyebilme ve onun hakkında bir yargıya varabilme amacıyla görünüşte olandan bir uzaklaştırma olarak dört yerde yapılır.
1. Seyirciyi gözlemci kılacak şekilde, seyirci ile sahne arasında.
2. Oyuncunun sahnenin bir oyun yeri olduğunu belli edecek şekilde, sahne ile oyuncu arasında.
3. Toplumsal Jesti (gestus) yaratacak şekilde, oyuncu ile rol arasında.
4. Rol ile yer arasında.
Böylelikle yorumlama, sahneleme, oyunculuk ve sahne teknikleri bakımından gerçekleştirilmek istenen Yabancılaştırma Etmeni için çeşitli (örneğin; röportaj, montaj, projeksiyon, açık biçim vb.) teknikler kullanılırken, oyunculukta da başlıca üç yola başvurulur.
1. Oyun kişisini, üçüncü kişiye çevirme.
2. Geçmişe aktarma.
3. Oyunun oynanışına ilişkin sahne açıklamalarını konuşmaya katma.
Bütün bunlardan amaç da nesnel gerçekliğin yaratılmasına ortam oluşturacak “soğutulmuş” bir sahne düzeni içinde, siyasi, toplumsal ve tarihi anı temsil edebilecek soğutulmuş bir oyuncunun tavrı’nda, gestus’ta, tipik-tarihi’nin, başka bir değişle, insanları birbirine bağlayan toplumsal ilişkilerin sürekli değişebilirliğinin yakalanması, dolayısıyla da toplumsal olaylara gözlemci ve eleştirel bir gözle bakılmasını ve tiyatro’da dünyanın değiştirilip düzeltilebileceğinin gösterilmesini sağlamaktır.(25)
Ek 3
Anomi
Anomi sözcüğü Fransızca’da ”anomalie“ “intizamsızlık, kaidesizlik, düzensizlik” anlamındadır.(26) Latince anomalia, “kaideye uygunsuzluk, intizamsızlık, istisna” anlamına gelmektedir.(27) Anomi İngilizce’de ise “ümitsizlik, gayesizlik, toplumsal düzensizlikten ileri gelen bunalım” anlamındadır.(28)
“Kuralsızlık” ile “ümitsizlikten ileri gelen bunalım” farklı anlam ve sonuçlar içermektedir. Sözcüğün kullanımında bu gerçeğin tartışılması gerekir.
Notlar
1. Ömer Tuncer, İşte Anadolu, Arkeoloji Sanat Y., İst. 1993, s. 176
2. Yabancılaşma sözcüğü için bkz. ek 1.
3. Marxist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yay., İstanbul 1991, s. 597.
4. Orhan Hancerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi – Kavramlar ve Akımlar, Remzi Kitabevi, ss. 201-203.
5. Nermi Uygur, Kültür Kuramı, Remzi Kitabevi, İst. 1984, s. 17.
6. Mahmut Tezcan, Kültür ve Kişilik – Psikolojik Antropoloji, Ank. 93, s. 13.
7. Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği –Kültür Tarihinin Kaynakları–, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996, s. 167
8. Meltem Doğan Alparslan, Hitit Bayram Ritüellerinde Geçen Bazı Eylem, Çağrı ve Sahne Oyunlarının Tasviri ve Yorumu, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri ABD, Hititoloji Bilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1999, s. 17
9. Muazzez İlmiye Çığ, Hititler ve Hattuşa, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000, s. 42
10. Bu konu için bakınız;
a) Naci Aslan, “Drama Sözcüğü Üzerine Etimolojik Bir İnceleme”, Dramaya Çok Yönlük Bakış, Oluşum Tiyatrosu ve Drama Atölyesi Yayınları, No: 4, ss. 11-20, Ankara, 2001.
b) Naci Aslan, “Dramanın Anadolu’daki Kaynakları”, Drama ve Müze Pedagojisi, Oluşum Tiyatrosu ve Drama Atölyesi Yayınları, No: 5, ss. 11-16, Ankara, 2002.
11. Tiyatroda yabancılaştırma için bkz. ek 2.
12. Ortaoyunu tümüyle doğaçlama tekniği kullanılarak oynanıyordu. Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Süleymaniye Bimarhanesi’ndeki akıl hastaları için, “curcunabaz ve acibüşşekil cüceler” eşliğinde, önce iki kişi (bir bekçi kıyafetli, bir mahalleli) sonraları daha başka tiplerle, erkekten kadın taklidi (Zenne) ilavesiyle daha geniş bir oyuncu topluluğu tarafından oynanırdı. Nihal Türkmen, Orta Oyunu, MEB Yayınları, İstanbul 1991, s. 1.
13. Ferhan Şensoy, Falınızda Rönesans Var, “Bertolt Brecht’in Ağbisi Kel Hasan Efendi”, Ortaoyuncular Yayınları – 11, İstanbul, 1999, ss. 87 – 89.
14. Anomi sözcüğü için bkz. ek 3.
15. “İnsan dünyaya ölmek için gelir” sözü, Bakkhos (Adra/Odra) dininin günümüzdeki uzantılarından birisi olan “zeybek” geleneğinde, kızanların zeybekliğe geçiş töreninde (erginlenme), edilen yeminden alınmıştır.
16. M. Nihat Özon, Osmanlıca Türkçe Sözlük, İnkılap Kitabevi, 8. Baskı, İstanbul, 1997, s.832.
17. İngilizce – Türkçe Redhouse Sözlüğü, Sev Y., İst., 2000, s. 20.
18. Walter W. Skeat, Concise Dictionary of English Etymology, Wordsworth Reference, GB. 1993, s.8.
19. Ferid Namık Hansoy, Fransızca Türkçe Sözlük, İnkılap ve Aka Yayınları, İstanbul 1984, s. 25.
20. S. Kabaağaç, E. Alova, Latince Türkçe Sözlük, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1995, s. 26.
21. Oxford Latin Dictionary, Oxford Universty Pres 1994. s.8.
22. A. Aksoy, Yunanca – Türkçe, Türkçe Yunanca Konuşma Kılavuzu, Sosyal Yay., İstanbul 1994, s. 12
23. Yunanca – Türkçe Türkçe Yunanca Sözlük, ABC Kitabevi, İstanbul 1989, s. 208, 341.
24. Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İnkılap Kitabevi, İst.1993, s.50.
25. Aziz Çalışlar, Gerçekçi Tiyatro Sözlüğü, May Yay., İst., 1980, s. 345.
26. Ferid Namık Hansoy, Fransızca Türkçe Sözlük, İnkılap ve Aka Yayınları, İstanbul 1984, s. 33.
27. Faruk Zeki Perek, Latince Türkçe Sözlük, Bölüm I, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları, No: 507, Klasik Filoloji Enstitüsü No: 7, İstanbul 1952, s. 112.
28. İngilizce – Türkçe Redhouse Sözlüğü, Sev Yayıncılık, İst., 2000, s. 31.
Not
Yazıda notlar şeklinde verdiğim kaynakları, ayrı bir “Genel Kaynakça” şeklinde bir kez daha vermemin nedeni, notlarda kaynak gösterilmesi dışında ayrıca bazı açıklamaların da olması, genel kaynakçaya birkaç genel kaynağı da eklemek ve okuyucunun kaynakları toplu olarak görmesini sağlamaktır.
nel Kaynakça
A. Aksoy, Yunanca – Türkçe, Türkçe – Yunanca Konuşma Kılavuzu, Sosyal Yayınları, İstanbul 1994.
Aziz Çalışlar, Gerçekçi Tiyatro Sözlüğü, May Y., İstanbul, 1980.
Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1993.
Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği –Kültür Tarihinin Kaynakları–, Remzi Kitabevi, İstanbul 1996.
Faruk Zeki Perek, Latince Türkçe Sözlük, Bölüm I, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları, No: 507, Klasik Filoloji Enstitüsü No: 7, İstanbul 1952.
Ferhan Şensoy, Falınızda Rönesans Var, “Bertolt Brecht’in Ağbisi Kel Hasan Efendi”, Ortaoyuncular Yayınları – 11, İstanbul, 1999.
Ferid Namık Hansoy, Fransızca – Türkçe Sözlük, İnkılap ve Aka Yayınları, İstanbul 1984.
M. Nihat Özon, Osmanlıca Türkçe Sözlük, İnkılap Kitabevi, 8. Baskı, İstanbul, 1997.
Mahmut Tezcan, Kültür ve Kişilik – Psikolojik Antropoloji, Ankara 1993.
Meltem Doğan Alparslan, Hitit Bayram Ritüellerinde Geçen Bazı Eylem, Çağrı ve Sahne Oyunlarının Tasviri ve Yorumu, İstanbul Üniversitesi, SBE., Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri ABD., Hititoloji Bilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1999.
Muazzez İlmiye Çığ, Hititler ve Hattuşa, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000.
Naci Aslan, Drama Sözcüğü Üzerine Etimolojik Bir İnceleme, Dramaya Çok Yönlük Bakış, Oluşum Tiyatrosu ve Drama Atölyesi Yayınları, No: 4, Ankara, 2001.
Naci Aslan, Dramanın Anadolu’daki Kaynakları, Drama ve Müze Pedagojisi, Oluşum Tiyatrosu ve Drama Atölyesi Yayınları, No: 5, Ankara, 2002.
Nermi Uygur, Kültür Kuramı, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984.
Nihal Türkmen, Orta Oyunu, MEB Yayınları, İstanbul 1991.
Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş, YKY, İstanbul 2002.
Orhan Hancerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi – Kavramlar ve Akımlar, Cilt 7, Remzi Kitabevi.
Ömer Tuncer, İşte Anadolu, Arkeoloji Sanat Yay., İstanbul 1993.
S. Kabaağaç, E. Alova, Latince Türkçe Sözlük, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1995.
Walter W. Skeat, Concise Dictionary of English Etymology, Wordsworth Reference, GB. 1993.
–, İngilizce – Türkçe Redhouse Sözlüğü, Sev Yayıncılık, İstanbul, 2000.
–, Marxist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yayınları, İstanbul 1991.
–, Oxford Latin Dictionary, Oxford Universty Pres 1994.
–, Yunanca – Türkçe, Türkçe – Yunanca Sözlük, ABC Kitabevi, İstanbul 1989.
* 9. Uluslararası Eğitimde Yaratıcı Drama Semineri kapsamında gerçekleştirilen “Yabancılaşma Drama ve Tiyatro” panelinde yapılan sunumdur.