Ulusal Drama Günü 2025 Bildirisi

 

 

 

ÇEMBERİN GÜCÜ

 

Dr. Öğr. Üyesi Handan Belivermiş

 

 

Bildiriyi yazmam gerekiyordu. Görev bana verilmişti bu sene. Dramanın imkânlarından bahsetmek lâzımdı. Ama günümüz koşullarını, dünyada ve ülkemde olanları düşününce buna gücüm var mıydı ya da dramanın bunları değiştirmek için yeterli gücü var mıydı, emin değildim. Oyun, sanat, dramada empati… Bunlardan söz etmek lazımdı galiba. 28 Şubat Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun doğum günü üstelik. Belki de ilk drama lideri diyebiliriz onun için. Böylesi kıymetli bir yöntemi bize ilk fısıldayan ismi de iyi anlatmak gerekiyordu. Hangisinden başlasam, neyi öne çıkarsam derken Baltacıoğlu çıkageldi, yanında Harriet Finlay Johnson’la. Sonra H. Caldwell Cook... Sonra Peter Slade. Brian Way, Dorothy Heathcote, Paulo Freire ve diğerleri… Bütün büyük drama liderleri etrafımda bir çember oluşturdular. Ne diyeceklerdi acaba. Gülümsediler. 

 

Baltacıoğlu lafa girdi:

Bırakın ezberlediklerinizi, dedi. Bu kadar önemsiyorsanız dramayı, hala önemli demek ki.

 

Evet önemliydi. 

 

- Drama sizin eğitime bakışınızı değiştirmedi mi? diye sordu Johnson. Biraz darılmış gibiydi ses tonu.

 

Doğru söylüyordu. Drama benim gibilerin ‘okul’a, ‘öğretmen’e, ‘eğitim sistemi’ne dair pek çok sorusuna cevap olmuştu. Tüm yöntemlerimizi gözden geçirmemizi sağlamıştı. Ben bu düşüncelere dalmışken…

 

- Gayesi ve usûlü olmayan eğitimci, eğitimci değildir, demiştik. Bunu unutmuş olamazsınız dedi Baltacıoğlu.

 

Heathcote hemen katıldı ona:

- İyi bir insan yetiştirmekti ilk amacımız. En azından bunu hatırlarsınız, dedi.

 

“Tabi, unutmadım bunları. Unutmadık hiçbirimiz” dedim. “Ama işte bazen insan umutsuzluğa kapılıyor” diye ekledim. “Özgür olmadığını hissetmek yüzünden herhalde. Ya da dünyadaki kötü gidişat buna neden oluyor olabilir.”

 

Özgürlük için uygun ortam ve şartlar bulunmuyorsa ümidimizi kaybetmeden bu şartları oluşturmak için çabalamamız gerekir, diye yapıştırdı cevabını Freire.

 

Haklıydı. Üzerimizde tepinenlere pabuç bırakacak mıydık? Peki, nasıl olacaktı?

 

‘Biz neler gördük neler’ der gibi bakıyordu hemen yanında Way.

- Kendilerini keşfetmelerini sağla. Gerisi gelecek, dedi. 

 

Slade, arkadaşının söylediklerini tasdikler şekilde kafa salladı:

- Yoksa, standardize edilmiş tüketim araçlarına dönüşecekler. Zeki zombilerin akılları, giderek araca dönüşecek. Bunu biliyorsun. 

 

 

Biliyordum. Mutsuzluğun pompalandığı sistemde mutlu edilmek üzere, ait olunan toplumsal sınıf ölçüsünde tüketime yönlendirilen çocuklar, -tıpkı aileleri gibi- bireysel istekleri üzerine yoğunlaşan, kaygılı, mutsuz ve kimliksiz tüketicilere dönüşüyordu. Kişinin toplum içerisinde geçerli bir konuma erişmesinin ancak tüketim yoluyla elde edilebileceği düşüncesi, daha küçük yaşlardan çocuk ve gençlere reklamlar, moda ve sanal dünya aracılığıyla benimsetiliyordu. İmajların rol oynadığı tüketim kültürü, kitle iletişim araçları ile en çok çocuk ve gençlerin yaşamına müdahale ediyor, toplumsal bilinç köreliyordu. Ürünler birer öğreti gibi yaşam tarzlarına sokuluyor, tek boyutlu düşünce ve davranış kalıpları doğuyordu.

 

İşte benim gibilerin ümitsizliğe kapıldığı nokta da buydu zaten. Bir yandan korku ve ırkçılığı yaygınlaştırarak, ‘ezilen’ üstündeki gücünü -rızasını da alarak- sağlamlaştıran iktidarlar, bir yandan da buna bağlı ve paralel şekilde pompalanan tüketim kültürü. Acaba bütün bunlar bizim de elimizi kolumuzu bağlamıyor muydu?  

 

- Zor olacak. Dünyayı değiştirmek isteyenler için hiçbir şey kolay olmadı. Ama kolay olacak bir yandan da. Çünkü ‘oyun’dasın unutma! 

 

- Hem de uslu uslu oynamayacağız. Yaramaz ve eylemde olacağız.

 

- Zaten doğaya, emeğine, varoluşuna yabancılaşmış insanın farkındalığını arttırmak için var drama. Ona “dur ve halini izle, yeniden düşün!” demek için var.

 

- Şimdi ve buradasın işte! Çocuklar en saf halleriyle önünde. Yetişkinler oyun çağına dönmüş, karşında. Haydi, bir soru işareti koy akıllarına! Bertaraf et tabularını!

 

- Sizlerle birlikte dramanın yolundan geçenler, kafa sallamayacak her şeye.

 

Artık peş peşe konuşuyorlardı. Zihnim zor yetişiyordu söylediklerine. Bir yandan da dramaya bağlanmamı sağlayan tüm düşünceleri geri getiriyorlardı:

 

- Sanatı koştuk yanınıza... Ve edebiyatı. Sant ve Edebiyat, zihinde yarattığı çeşitlilikle insanlarda doğru ve etik olana yatkınlığı sağlayacak.

 

- Kabul edilmesi güç ve yok sayılmak istenen duyguları görünür kılar drama. İnsanı eğiten, kendini anlamasını sağlayan en önemli yanlarından biridir bu.

 

- İnsan zor koşullardan tek başına sağlam çıkamaz. Drama bizi birleştirir ve güçlendirir.

 

- Drama ‘doğru’nun yeniden görünür olmasını sağlar. Hakikati algılayabilen, ‘doğru’ ile ‘doğal gösterilen yanlış’ı ayırt edebilen bir bilinç oluşturur.

 

- Koşulları, sanki başka türlüsü olamazmış gibi sunan, çelişkileri yumuşatmaya ve idealize etmeye çalışan, bu yöntemiyle de kendi koşullarını dayatmaya devam eden egemen söylemi açığa çıkarır drama.

 

- Sürekli maruz kalınan egemen hegemonyanın sorgulanmasını istiyorsan, işte yöntem elinde! Nasıl ki siyaset, oluşturduğu hegemonik ilişkilerle kendi kitlesini sürekli olarak üretmeye devam ediyorsa, drama liderinin de aynı bakışla yaklaşıp bireyleri bu ilişkiler karşısında güçlendirmesi gerekir. 

 

- Tarihi yapanlar öznelerdir ve bu öznelerin arasında dramanın gücünü kullananlar da önemli bir yer edinecektir. Çünkü drama, insanın ilerlemesinin önünü açar. Felsefi, eleştirel bir akılla ona potansiyelini gösterir. Biliyorsun, dramada kahraman -tüm edebi-sanatsal eserlerde olduğu gibi-, oyunun sonuna geldiğinde artık o baştaki kişi değildir.

 

Sonra hepsi birden sustu. Puf diye kayboldular. Çok etkileyiciydi. 

 

Şimdi zihnimde drama ilk günkü kadar etkileyiciydi. Çember yeniden tamamlanmıştı. İlk günkü kadar devrimciydi. Karşılaşacağız yine. 

 

Yaşasın drama! Yaşasın çemberin gücü!

 

 

 

28 ŞUBAT ULUSAL DRAMA GÜNÜ KUTLU OLSUN