Ulusal Drama Günü 2019 Bildirisi
Prof. Dr. Beliz GÜÇBİLMEZ
Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi
Çizgi film dünyasına yabancı olmayanlar Buz Devri serisini bilir. Serinin ilk filminde hayvan çetesi bir insan yavrusu bulur; bebeğin babasını ararken birlikte pek çok macera yaşarlar. Yolculuklarının sonunda nihayet baba ile oğul kucaklaştığında babanın gözlerinden mutluluk gözyaşları dökülür. Kavuşma sahnesini kenardan izleyen bebeğin bakıcılığını üstlenmiş cefakâr ve sevimli Sid dolan gözlerini siler. Filmin tam bu anında yanımda oturan o zaman üç buçuk yaşındaki oğlum “Anne, ben düştüm mü?” diye sordu. Soru gerçekti, fakat yanımda öylece oturan oğlum tarafından üretilmesi manasızdı. “Yoo” dedim, yüzüne şaşkın şaşkın bakarak. Bir kaç saniye sonra sorunun kaynağını anlamıştım.
Hayatında ilk defa bir başkasının duygusuyla ortaklık kuran bir insan yavrusu, sadece canı yanınca ağladığı bilgisini, şimdi düşmediği halde onu ele geçirmiş ağlama duygusu ve sızlayan burnu ile nasıl ilişkilendireceğini bilemiyor; özetle o sırada ona ne olduğunu anlamıyordu. Ben büyük bir rastlantıyla, olasılıkla hepimizin büyürken geçtiği görkemli bir “ilk kez” anına tanıklık etmiştim. İkimiz birlikte temelde çocuk seyirciye yönelik bir yapıtın seyircisi olarak birbirine paralel bir öğrenme deneyimi yaşıyorduk. O, duygular ve deneyimler kataloğuna yeni maddeler ekliyor, ben de insan yavrusunun nasıl öğrendiğine ilişkin bir modele bakarak sonuç çıkarıyordum. Kısacası öğrenme ve deneyim edinme dediğimiz, bütün hayatımıza eşlik eden devasa paralel doğamızın bitki örtüsü kurmacadır/sanattır/oyundur.
Ava çıktığında çalıların ardındaki kükreme sesinin aslana ait olduğunu öğrenip, geri döndüğünde kükremeyi taklit ederek sesi ve aslanı çevresindekilere öğreten o ilk taklitçi; kendi kabilesinden pek çok kişinin aslana yem olmasını engellemiştir. Oyun ve sanat gündelik hayatımızın herhangi bir noktasında sahip olamayacağımız bir berraklıkla, tamamlanmış bir evren sunar her birimize. Hayattan beslenmiştir ve onu beslemeye devam eder. Bana kalırsa oyunun ve sanatın hayattan ayrılmış belirgin sınırları, içinde yaşadığımız hayatın “gerçek” olduğunu ispatlar durmadan. Bu ispat olmasaydı, bu keyfilikler, felaketler çağında hayatın hiç de akla uygun olmadığı düşüncesiyle içinde yaşadığımız hayatın gerçekliğini, sanatın ve oyunun kurmacasıyla karşılaştırarak fark edemez ve çok hastalanırdık.
Gerçeği gerçek olmayandan ayırma yeteneği akıl sağlımızın ve özgürlüğümüzün garantisidir. Özgürlüğümüzü -belki de en çok- oyunu, kurmacayı, sanatı yitirdiğimizde yitiriyoruzdur. Ben bunu aklımda tutmayı seviyorum.
28 Şubat Ulusal Drama Günümüz kutlu olsun.