EĞİTİMDE TİYATRO ve ISMAYIL HAKKI BALTACIOĞLU*

  


Prof. Dr. Sevda ŞENER 
Ankara Üniversitesi DTCF
Tiyatro Bölümü Öğretim Üyesi

 

 

Bugün Ismayıl Hakkı BALTACIOĞLU hakkında konuşacağız. Daha çok tiyatro ve eğitimde tiyatro üzerinde duracağız. Söyleşimizi düzenleyen Oluşum Tiyatrosu ve Drama Atölyesi’nin amacı zaten, yaratıcı drama diye adlandırılan etkinliklerle ve o doğrultuda oluşturdukları gruplarla, her yaştan insanlara birşeyler kazandırmak. Bu doğrultuda BALTACIOĞLU’nun da söylediği çok şey var. Efendim ben bir küçük açıklama yapacağım. Bilenler biliyorlar, özellikle Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu diyeceğim. Çünkü kendisi öyle istiyor. Biz hep İsmail diyoruz. Şimdi kısaca Ismayıl Hakkı BALTACIOĞLU’nu tanıtayım. Genellikle biz bu konuşmaları panel biçiminde yapardık, tanıtması bana düşmezdi. Ben sadece tiyatrosundan, tiyatro görüşlerinden söz ederdim. Ama şimdi bir tanıtma da gerekiyor. 

 

28 Şubat 1886’da İstanbul’da doğdu. 1 Nisan 1978’de Ankara’da vefat etti. Çok küçük yaşta ilkokula başlamış. 1904’de Darülfünunu Osmaniye’nin Ulumu Terbiye Şubesi’ne kaydolmuş. Çok hoşuma gidiyor bunları böyle söylemek. Yani şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin Eğitim Bölümü. 1908’de buradan mezun oluyor. Ondan sonra bir takım okullarda hocalık ediyor. Bu hocalıkları arasında en çok hoşuma giden hat hocalığı. Çünkü aynı zamanda eski Türkçe yazı sanatını biliyor ve uyguluyor. 1910’da incelemelerde bulunmak üzere Avrupa’ya gönderiliyor; önce Paris’e gidiyor, oradan Londra’ya geçiyor, Belçika’ya, oradan İsviçre’ye, Almanya’ya. Yazılarından öğreniyoruz ki, bu incelemelerinde bir takım çalışmalardan etkilenmiş, onları beğenmiş. Yani batı dünyasında eğitim konusunda neler yapıldığını çok iyi biliyor ve bunlardan kendine özgü bir tez çıkaracak kadar yararlanmış, onları özümlemiş olduğu anlaşılıyor. Çünkü sonradan ülkeye döndüğü zaman eğitim konusundaki tezini oluşturacak son derece özgün bir görüşler bütününü ortaya çıkarıyor. Zaten tiyatroya, okul tiyatrosuna veya eğitimde tiyatronun kullanılışına dair söyledikleri de genelde eğitim teorisi ile bir bütün oluşturuyor. Son derece sistemli ve bütünlüklü bir çalışma. 1913’de üniversitede hocalığa başlıyor. O sırada sergiler açıyor, kitapları, makaleleri yayınlanıyor. Bir çalışması daha hoşuma gitti, onu not aldım. Süleyman Paşazade Sami Bey’le birlikte kadınların yüksek öğrenime kavuşturulması için çalışmalar yapıyor. Böylece İnhas Darülfünunu’na öncülük etmiş oluyor. Kadınların da üniversitesi olup, onların da gidebilmesini sağlayan çalışmaya öncülük etmiş oluyor. 1916’da Darülfünun’da ders verdiğini biliyoruz. Usulü Tedris ve Tatbikat dersleri. Yani Eğitim Metodu ve Uygulaması dersleri ve başka dersler; İlmi Terbiye, Terbiye-i İştimayat. Daha sonra Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti, bu günkü Talim Terbiye’nin genel sekreteri oluyor. 1920-24 tarihleri arasında Baltacıoğlu’nun Edebiyat Fakültesi’ne 4 kez dekan olduğunu biliyoruz. 1923-25 tarihleri arasında Marif Vekaleti Müsteşarlığı yani Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarlığı yapıyor. Bu arada Güzel Sanatlar Okulu’nda, ve İlahiyat Fakültesi’nde; Ahlak ve İştimayat yani toplumbilim ve çeşitli sanatların uygulaması ve öğretim yöntemi konusunda dersler veriyor. 1933’de İstanbul Darülfünunu’nun adı İstanbul Üniversitesi oluyor. Bu değişim, bu yenilik hareketinde pek çok hocanın işine son verilmiş, bu arada da Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’da ayrılıyor. 

 

1933-1942 yılları arasında bütün enerjisini, gücünü, çalışmasını ‘Yeni Adam’ dergisini çıkarmaya veriyor ve  46 yıl süreyle yayınlıyor. 1942-1950 yılları arasında iki dönem, Afyon’dan ve Kırşehir’den Milletvekili oluyor. 1950’de emekli oluyor ve artık hep ‘Yeni Adam’ dergisini yayınlamaya devam ediyor. Konferanslar veriyor. Pek çok kitapları var. Böyle liste yaparak çok vaktinizi almak istemiyorum. Eski Eğitim Fakültesi Dekanı, Prof. Dr. Kemal Aytaç onun hem öğrencisi, hem hayranı olmuş. Onun hazırladığı güzel bir yazı var. Zaten çeşitli panellerde onunla birlikte olmuştum. Onun seçkisinden bir kaç örnek vereyim. Mesela 1912’de Talim ve Terbiyede İnkılap, Mektep Temsillerinin Usulü Tedrisi yani okul oyunlarının nasıl öğretileceği, İştimayat Noktayı Nazarından Tedrisat; toplum bakımından eğitim, İştimayi Mektep Nazariyeleri ve Prensipleri, Toplu Tedris, bu çok hoş, Rüyamdaki Okullar, Hayatım. Hayatım, Yeni Adam dergisinde yayınlanmış, şimdi kitap haline getirilmiş. Bu arada eğitim konusunda pek çok eseri var, ama sanat üzerine yaptıkları belki sizi daha çok ilgilendirecek. Demokrasi ve Sanat, Tiyatro, Karagöz Tekniği ve Estetiği, Türklerde Yazı Sanatı, Türk Klasik Sanatları gibi. Şimdi bunlar şu açıdan çok daha önemli. Biliyorsunuz bu günlerde böyle kuru kuru geleneksel tiyatromuzdan yararlanalım diyoruz. Nasıl yararlanacağız? Geleneksel tiyatronun oyunlarına baktığınız zaman, bu gün için demode olduklarını görürsünüz. Öylece oynanırsa ne işe yarar. Ama o kadar çok ipucu veriyorlar ki, onun özünde ne var, onu alalımda buradan yararlanalım. Yoksa 19. yüzyılın sonunda yazılmış ortaoyununun bugünün gereksinimine, sorularına cevap vermesi ya da dramatik anlamına cevap vermesi mümkün değil. Ama o kadar güzel özünü kurtarmış ki, yani bu oyunlardan yararlanacağımız özellikleri nelerdir; kurgusal ve öz’e ilişkin olarak. Romanları da var; Batak, İnanmak. Öyküleri; Yalnızlar, Portreler, Topuklar diye çıkmış. Sahne oyunları; Kütük, Andoval Palas, Ölüler, İnanmak, Akıl Taciri, Kafa Tamircisi, Dolap Beygiri, Karagöz Ankara’da. Karagöz Ankara’da oyununda Greta Garbo’nun ve Mickey’in olduğunu hatırlıyorum. Greta Garbo o zamanın en ünlü ve sevilen  oyuncusuydu. Mickey’in çizgi filimleri yeni çıkmıştı. Mickey Mouse’u biz çok severdik. Şimdi başkaları çıktı, korkunç şeyler, kurbağalar, Ninjalar falan. O zaman şirin hayvanlar vardı. Şimdi korkutucu çizgi film karakterleri var. O şirinlik hoşa gitmiyor herhalde. Bir de Mickey’in bir dişisi vardı, Minnie. Filmlerin önünde mutlaka Minnie ile Mickey Mouse’u seyrederdik ve bütün çizgi filmlere Mickey Mouse derdik. Bu çizgi filmleri seyretmek o kadar keyifliydiki. Biz sevinerek yaşamayı, daha doğrusu sevinmeyi biliyorduk. Şimdi dayak yemiş gibi çıkıyoruz sinemalardan. Bilmiyorum siz de öyle mi oluyorsunuz? Mesela o Amerikan Güzeli’ni gördükten sonra hakikaten kamyon altında kalmış gibi hissettim kendimi. O zaman daha mı keyfini çıkarırdık, yani hayata başka türlü mü bakardık bilmem ama hep aklıma Mickey’ler geliyor. Filmden önce mutlaka bir de Mickey göreceksin. Bir veya iki neşeli, sevimli çizgi film. O adet kalktı şimdi. Reklamlar giriyor değil mi? Türlü türlü reklamlar. Onun için Karagöz Ankara’da oyunu çok hoşuma gitmişti.  Böyle bir  yenileştirme hareketi gerçekten çok başarılıydı. 

 

Şimdi çok özet olarak tanıdıktan sonra Baltacıoğlu’nun yerini koyalım. Bir insan ki, bütün ömrünü hocalığa vermiş, öğretimin çeşitli kademelerinde görev almış. Ayrıca kamusal görevlerde bulunmuş, pek çok kitap yayınlamış, sanata iltifat etmiş, hayatında özellikle tiyatroya ve tiyatro yazmaya yer ayırmış bir büyük adam.

 

Baltacıoğlu hem eğitim konusunda hem de okullarda tiyatro eğitimi konusunda son derece özgün, orijinal ve hala önemini koruyan, zamanı içinde çok yeni ve çok öncü sayılabilecek görüşler üretmiş ve bu görüşleri sistematize etmiş. Adeta bütünsel olarak ortaya atmış ve en önemlisi uygulamış. Bu çok önemli birşey. Hani teorik anlamda birşeyler üretmiş ama uygulamasını da yapmış olması çok önemli ve öylece de kalmış. Yani inanılmaz birşey. Kendinden sonra yürümemiş, daha doğrusu yürütülmemiş. Niye etkilememiş insanları? Ama işte, Köy Enstitüleri nasıl kapanmışsa, Halkevleri nasıl kapanmışsa öyle bir dönem yaşanmış ve sona ermiş sanki.

 

Şimdi sadece benim değil eğitimcilerin de genel düşüncesi, ülkemizde eğitim reformu hareketinin temsilcisi ve reform modelleri geliştirmiş bir insan. Osmanlı dönemi eğitimine karşı, modern eğitim reformunun baş temsilcisi sayılıyor. Bunları uygulamasıyla da, önemli bir eğitimci olarak, günümüz eğitiminin düşünsel temellerini atmıştır. Günümüz eğitimi  dediğimiz zaman düşünün, biz bugün eğitime ne kadar çok daha eleştiri getiriyoruz ve dönüp dolaşıp sanki o zamanlarda söylenmiş, hatta kısmen uygulanmış birtakım görüşlerin bugün hala canlandırılmasını istiyoruz. Herhalde bugün benden bu konuşmayı yapmamı isteyenler de bu görüşlerin hala birtakım dertlere deva olabileceğini düşündüler. Düşünün 2000 yılına gelmişiz, 1930’lu yıllar nerede, 2000’li yıllar nerede. 70 sene sonra hala bunların hiç olmazsa bir bölümü hayata geçirilsin diyoruz. Sizler de zannediyorum bu konularda çalışmalar yapıyorsunuz. 

 

Burada eğitimin genel amacını söyleyeceğim. Sonra da tiyatroya bağlayacağım.  Evvela eğitim niye gerekli? Elbette bireyin kişiliğinin gelişmesi için. Bunun üzerinde çok duruyor Baltacıoğlu. Eğitimin kişiliği geliştirmesi lazım. Bilmiyorum bugün bunun üzerinde ne dereceye kadar duruluyor. Bana çok önemli geliyor. Kişiliğin geliştirilmesi; bireyin anlama, kavrama, kendini tanıma, kendini başkasına ifade edebilme kabiliyetinin gelişmesi, hayal gücünün gelişmesi, iç dünyasının zenginleşmesi ve yaratıcı gücünün gelişmesi. Yani birey olarak, kişiliğinin geliştirilmesi. Daha sonraki dönemlerde toplumsal kişilik üzerinde çok duruluyor. Bilmiyorum bugün bu da bana çok dikkate alınmayan birşeymiş gibi görünüyor. Toplumun yaşayan değerleri tanıması, onları özümleyerek ve onlarla uyum sağlayarak yaşaması. Şimdi böyle deyince diyorum ki herhalde Baltacıoğlu bugün hayatta olsa, biraz televizyonu seyretse, eyvah çocuklar bunları mı özümleyip, bunlara mı uyum sağlayacak diye şaşırırdı herhalde. O, güzel bir dönemmiş, yaşayan değerler varmış. Bunlar da hakikaten son derece olumlu değerler. Toplumsal değerlerimiz ve bunların özümlenip, insanın onlara uyum sağlaması çok önemli. Bu bana çok çarpıcı geliyor. Yani ille sen ideallerine göre hayatı tanzim etmeye çalışma, toplumu tanı ve ona uyum sağla. Hatta öyle bir oyunu var, Akıl Taciri galiba. Çok idealist adam. O kadar havalarda ki, bir türlü yaşayan değerleri, yaşayan hayatı tanımıyor. Onun için de başı beladan kurtulmuyor. Evvela çevreni tanıyacaksın. Benim bir yüksek lisans sınıfım var, çok sevdiğim. Oradaki arkadaşlarla tartıştık. Onlar çok kötümser. Diyorlar ki, genci, yaşlısı, yaşayan değerler deyince ister yazılı olsun, ister görsel olsun, medyanın telkin ettiği değerleri tanıyorlar ve onlara uyduruyorlar kendilerini. Böyle bir kötümser görüş. Bana öyle gelmiyor. Ben diyorum ki, hayır bunlar çok küçük ve yüzeyde bir topluluğun değerleri. O da bir değer aslında da, ne biçim bir değer. Ama büyük kesim diyorum, orta tabaka dediğimiz, büyük kesim hala bir takım sağlam, ahlaki, etik değerlere, hatta estetik değerlere sahiptir. Ben onlara güveniyorum diyorum. Bilmiyorum sizler ne düşünüyorsunuz. Ama bu toplumsallaştırma bana çok önemli geliyor. Toplumun bir üyesi olma. Hep aklıma birkaç tane Oskar kazanan Amerikan Güzeli geliyor. İnsanlar değil toplumun üyesi olmak, ailenin üyesi bile olamıyorlar. Yani bu derdi koymuş  film. Aile içinde bile, anne, baba, çocuk birbirini sevmiyor, birbirinin adeta düşmanı.

Uzak durmakla yetinmiyor, yalnız iletişimsizlik mevzu bahis değil, bir düşmanlık, bir öfke var. Oysa ideal toplumsallaşma dendiği zaman orada hayal edilen, dünya toplumunun uyumlu bireyi olmak. Yalnız ailenin değil, yakın ve uzak çevresinin gerçek üyesi olmak. Yani hem yakın, hem daha uzaktaki çevresiyle, kat kat çevresiyle doğru iletişimler kurabilen ve onun içinde mutlu olan, doyumlu olan, üretebilen, hayal gücünü besleyen insan. İnsan yalnızlaştıkça besbelli ki, içine kapandıkça, üretim gücü, yaratıcı gücü de kısırlaşıyor, beslenemiyor. Yani sanıyorum ki temelinde bu yatıyor. İnsanın hayal gücünü besleyen, kendi iç dinamizmini besleyen nedir; çevresiyle alışverişi. Bu alışveriş kurulamazsa ya da doğru kurulamazsa, yani insan toplumun gerçek üyesi olmazda, kendi pek küçücük çevresinin üyesi olursa hayal gücünü, yaratıcı gücünü ve iç dinamizmini nasıl besleyecek. Çoğumuz bu tuzağa düşmüş durumdayız, çok küçük çevremizle alışveriş kuruyoruz ve öteki taraf hep bize yabancı geliyor. Bu üretimde de bir aksaklığa neden oluyor ve doğaldır ki  en çok sanata yansıyor. Sanattaki üretimde, hatta yazılarda da o küçük çevrenin isteklerine cevap veren oluyor. Topluma ulaşamıyor ya da topluma ulaşsın dediği zaman bir takım yapay populizm tuzaklarına düşüyor, ucuz olan bir kitleyi anlayan ögeleri kullanarak, piyasaya sürülmesi biçiminde oluyor. 

 

Baltacıoğlu gene eğitimde toplumsallaştırma için bir kaç ilke ileri sürmüş. Bir tanesi eğitimin kendi gerçek ortamında yapılmasıdır. Yani çocuk soyutlamasın, kendi ortamında öğrensin. Neyi öğrenecekse onun sahici ortamında öğrensin ve çalışarak yapsın. Yani eğitim, soyut olarak ve çocuğun kafasında değil, emek vererek, çalışarak ve de üreterek, yapılsın diyor. Sonunda buna “başlangıç” diyor. Kendi ortamında çalışarak ve üreterek öğrenilen şey neye yarayacak, hayata bir başlangıç. Yani hayatın bir çeşit örneğini, provasını yapmış oluyor. Eğitimin amacı bu olmalıdır diyor. Çok hoşuma giden bir kaç alıntı aldım. “Öğretmenin iki görevi vardır; birincisi, çevreden başlayarak tabiatı tanımayı öğrenciye öğretmek, ikincisi de insanları sevdirmektir. Bunun için de öğretmenlerin ilgi çekici olması istenir.” Şimdi bu bana o kadar güncel geliyor ki, bugün çevreciler, bizim doğayı ne kadar kötü kullandığımızı, ne kadar unuttuğumuzu, aslında biraz çıkarımıza dokunduğu için sadece doğayı sevdiğimizden değil, yani gidiyor elden, aç da kalacağız bu gidişle filan diye. İnsanı sevmeyi öğretmek gerçekten çok önemli. İnsan sevgisi aşılanabiliyor mu çocuklara, sevginin niteliği nedir, derinliği ne kadardır, yani sevgi var, sevgicik var işte. 

 

“Benim anladığım pedagoji atom devrine yakışan yaratıcı insanı yetiştiren pedagojidir” diyor. Bu da çok hoş. O zaman atom vardı, bugün bilgisayar devri diyeceğiz, ne bileyim uzay devri diyeceğiz. Ama çağdaş insan, ama yaratıcı insan ve bizim insanımız. Günümüzün tekniğine ve yaşama biçimine ayak uydurabilen insan. Sanata ait söylediği de çok hoşuma gidiyor. Bunun da aslında bütün görüşleri ile bir bütünlüğü var. 

 

“Ruhumuzun garip bir ihtiyacı, düşündüğümüz, inandığımız şeyleri aklın diliyle anlatamadığımız zaman akıl dilini bırakıp, sanat dilini kullanmaya başlarız.” Burada sanatın çok özel yeri hemen oturuyor. Aşırı akılcılığa karşı çıkmış Baltacıoğlu. Herşeyi akılla, mantıkla çözemeyiz. Bir yer vardır ki, oraya ancak sanatla ulaşılır. Oyunlarında da göreceğiz, fantaziye çok yer veriyor. Sanata böyle çok özel bir yer vermiş. Sanat hayatımızdaki bilme, anlama boşluğunu dolduracak vazgeçilmez birşey oluyor zamanla. Yani akıl yoluyla çözemediğimiz pek çok şey sanat yoluyla çözülebilecektir. Onun için de eğitimde sanatın yeri ciddi bir problemli gerçek olarak ortaya çıkıyor.Bütün bu görüşlerden sonra, tiyatro sevgisi üzerinde durmak isteyeceğim. Genelde tiyatro sevgisi sonra da eğitim hakkındaki görüşlerini anlatacağım. “İlk, orta ve yüksek tahsilimi yaparken, dil, edebiyat,  inşat, hitabet, ahlak adına aldığım kültür hiç denecek kadar azdır. Fakat manevi, artistik, milli teşekkülümün bütününü çocukluk çağımın bu iptidai temsilcilerine borçlu olduğumu artık çok iyi biliyorum. O zaman seyrettiğim Karagöz, Ortaoyunu, Meddah gibi oyunlardan çok etkilendim ve kişiliğimin gelişmesine derslerden çok onların katkısı oldu.” Tiyatronun çok hoş bir sanat olduğunu söylüyor. Tiyatro toplum ruhunu içinde taşır, yaşamakta olan değerleri dile getirir. Tiyatro bir insanlık, bir kişilik tapınağıdır. Ertuğrul Muhsin’in tiyatro bir mabettir dediğini hatırlıyorum. Tiyatroyu öyle saygın bir köşeye oturtmuş  ve insanlığın kişiliğini oluşturan bir yer. “Sahne yaşamı insana sevinç, mutluluk veren, insandaki sanat bilincini oluşturan çok verimli bir topluluk yaşantısıdır.” Herhalde oynayanlar ama seyredenler değil. Seyredenler ne kadar katılıyorsa artık seyrederken. Sevinç ve mutluluk vermesi, birlikte yapıp, kotarılması ve bütün sanatları bünyesinde toplayan çok canlı, çok yaratıcı, çok keyifli bir sanat olarak tiyatronun önemine hep işaret etmiş. Yalnız uygulamada bazı özelliklerinin belirtilmesi gerektiğini söylüyor. Mesela, kollektif çalışma, mutlaka bir arada, birbirine ayak uydurarak çalışmalı, oyuncunun kişiliğinin gelişmesi ve çevresiyle uyum sağlaması, toplumla uyum sağlaması. Şimdi ne var bunda, çok doğru gibi görünecek diyeceksiniz ama, şu aralarda tiyatro adamlarının birbirlerine ne kadar düştüklerini, uyum ne kelime, kavgasız birşey yapamadıklarını düşündükçe, değil mi? Artık basına yansıdı kavgalar. Yani adeta tiyatro sanatının olağan bir durumu gibi. Sanatçı dediğin birbiri ile uyum sağlamaz, hep kavga halindedir falan. Belki işte ondan ateşleniyoruz biz, (!) çatışmalar çıkar filan diye. Uyum diye diye uyuttular bizi. Bunlar uyum filan sevmiyorlar, uyumdan yana değiller. Güngör DİLMEN’in Midas’ın Kulakları oyunundaydı herhalde; “uyum uyum dedin uyuttun” deniyordu.  Bunlar şimdi uyum istemiyorlar, çatışmak istiyorlar. 

Baltacıoğlu sanatın kendi kuralları var diyor. Hayatın tümünü kapsadığını, eğitici gücü olduğunu ve kendine mahsus kuralları olduğu bilinmeli, bundan yararlanılmalıdır. Yani tiyatroyu daha çok bir eğitim aracı olarak görüyor. Eğitimde en iyi araçtır diyor. Kendi oyunlarını dikkate aldığımız zaman, daha çok belli bir düşünceyi kanıtlamak amacıyla yazılmış oyunlar olduğu görülüyor. Yani oyun kişileri, oyunun konusu, seçiliş biçimi, olaylar, durumlar hep belli bir temayı pekiştirmek ve anlatmak üzere oluşturulmuş. Ama hiç bir oyun kişisi doğrudan yazarın sözcüsü değil. Yani bunu söylem olarak dile getirmiyor, oyunun bütününden çıkıyor. Diyaloglardan, durumlardan, olayların kurgulanılışından siz yazarın ne demek istediğini anlıyorsunuz. Konuşturma da çok canlı ve dikteli, oyunları güldürüye yakın. Seyircinin eğlenmekten, gülmekten hoşlandığını biliyor ve soyutlama yapıyor. Şimdi bu benim çok üstünde durduğum birşey. Oyun kişileri sahici, gerçekçi, tip olarak tek taraflı tipler bunlar ve belli bir grubu gösteriyor. Bir cinsiyeti, bir tavrı gösteriyor, yani sosyal bir tavrı gösteriyor genellikle. Ama seçilen yer düşsel; ya Çin’de, ya öteki dünyada geçiyor. Yani ortam olarak evrensel, ama insan olarak, insani özellikleri taşıdığı için her yerde olabilir. Oyunlarının genellikle halkevleri’nde oynandığını biliyoruz.Tiyatroda bir kuram oluşturuyor Baltacıoğlu, öz tiyatro kuramı diyor. Bütün amatör ve profesyonel tiyatro çalışmaları için üç yanılgıya işaret ediyor. Üç şey yanlış yapılıyor diyor. Bir kere tiyatro kendi niteliğini yitirmiş. Bugünkü tiyatro, öteki sanatların; resmin, müziğin adeta egemenliğine girmiş. Kendini bulmalı diyor. Bu beni çok ilgilendiriyor. Hakikaten şu sıralarda tiyatroda görsel yan çok ağır basıyor. Resim, görüntü çok ağır basıyor. Adeta tiyatro plastik sanatın egemenliği altına girmiş gibi. Bazı çalışmalarda görsel yan, hatta müzik gerçekten çok baskın. O zaman da böyle birşeydi gerçi gerçekçi doğalcı anlayışa takılı kalmış olması, böyle bir yalangerçek yaratıp, gerçek yaşamdan kopmakta. Bu da bana çok ilginç geldi. Bir kere hakikaten o sıralarda hala öyle gerçekçi tiyatro modelleri olduğu gibi kabul ediliyor. Yani bizim tiyatromuzda gerçekçi olsun, işte hep o modeller. Fakat, hem gerçekçi olup, hem gerçeye aykırı düşmek gibi bir çelişki yaşanıyor. O da çok güzel işaret bana sorarsanız. Çünkü bir yalangerçek kopye edildiği için, yani başka ülkelerde yazılmış gerçekçi oyunlar kopya edildiği için, o zaten bizim gerçeğimiz olmaktan çıkıyor, bir yalangerçek oluyor. Görünüşte gerçek, yani dekoruyla, kostümüyle, oynanış biçimiyle, ortamıyla gerçek ama o yaşantı başkasından kalıp olarak alındığı için bir çeşit yalangerçek oluyor, sahtegerçek oluyor ve bu tuzağa hakikaten tiyatroda hala düşüldüğünü görüyoruz. Bakıyoruz, tanımıyoruz o yaşantıyı. Gerçekten çok merak ediyorum. Yani gerçekci bir oyun izlerken bunlar kimler demiyor musunuz? Bakıyorsunuz çok gerçekçi, çok komik, hatta çok sevimli. Fakat bunlar nereden çıkmışlar, yani nerenin adamı bunlar? Batılı desen batılı değil, yerli desen yerli değil. Hangi yörenin? Size öyle gelmiyor mu? Geçenlerde bizim torunların baskısıyla bir dizinin bir parçasını izledim. Tabi şimdi ben bunu çıkaramam. Bizim çocuklarda içindeki adama bayılıyorlar, çok beğeniyorlar. Memoli! Seyrettim ve dedim ki, bu dünya bizim neremizde? Böyle bir şey olabilir mi? Ne polis polise benziyor, ne köylü kızı köylüye benziyor. Yani hakikaten inanılmaz bir sahne gerçeği, ama gerçekçi. İnsanlar gerçek tavırlarıyla oynuyorlar. Bu sahne gerçeği büyüleyici, çok hoşlarına gidiyor çocukların, sahiymiş gibi seyrediyorlar. Aslında seyredenler de farkında bunun gerçek olmayacağının. Ama yine de seyrediyorlar. Aslında pek de umurlarında değil, o hayatmıymış, değilmiymiş, böyle birşey olurmuymuş, her sahneyi ayrı değerlendiriyorlar. Biraz evvel Naci beyle konuştuk. Bütünsel dramatiği görme gibi bir dertleri yok, sahne sahne eğlendikleri için, yani hayatın dramatiğini yakalamak gibi bir kaygı olmadığı için, her sahneyi kopuk kopuk değerlendirdiği için, o sahnede gülüyorsa, adamın bir pozu, bir bakışı falan hoşa gidiyorsa yetiyor da artıyor bile. Baltacıoğlu buna, tiyatronun ölü kalıpların, klişelerin tutsağı olması ve törensel canlılığını yitirmiş olması diyor. Ölü kalıplar dediği çok doğru. Ama bu törenselliği yitirmesi o kadar güncel ki, şimdi bile Grotovski’nin, Peter Brook’un hep yapmak istediği bir şey bu. Nietzsche’den beri gelen, hani tiyatronun doğasında bir dionizyak bir ateş vardı, çok aklıllı uslu oldu bu tiyatro, çok kalıplı oldu, nerede o içindeki, doğasındaki canlılık? Zamanımızda da Grotowski çok üstünde durdu. Peter Brook gene bir ritüel haline gelsin diyor. Tabi eski ritüel olduğu gibi gelmez ama yani oradaki canlılık, coşku yeniden yakalansa tiyatroda, işte nasıl yakalasak diye düşünüyorlar. Bugünün akıllı, uslu insanlarına o dionizyak coşkuyu yaşatmak pek de kolay birşey olmasa gerek. Bazı önerilerde bulunuyor, tiyatro bir edebiyat türü sayılmamalı diyor, bu aynen bugün de söyleniyor. Metni küçümsediğinden değil. Çünkü şimdi o uç da çok aşırıya gitti, metnin olmaması gerekiyor deniyor, değil. Oyun canlı, metin ölüdür diyor, çok doğru. Temsildeki devinim metni aşar, yani canlandığı zaman tiyatro olur. Tiyatro metni okunmak için değil. Çünkü yalnızca bir esin kaynağı olarak metin önemlidir. Bilgiyi oradan alırsın, anlamını kavrarsın, gerçeğine ulaşırsın, ama ondan sonra onu ezberlemek gerekmez, o senin yaratıcılığına, oyuncunun yaratıcılığına bir ateşleyici, bir başlangıç noktası olmalıdır. Yani tiyatro, canlı olarak yaratılan, yaşanan bir yer.  Öyle ezberlenip kuru kuruya çıkarsan o alımını da yitirir, canlılığını, yaratıcı gücünü ve üretici gücünü, hatta belki seyirciyle ilintisini de koparır. Ama dramatiği, metnin içindeki dramatiği kavrasın diyor. 

 

Şimdi bu tuzağa düşülüyor. Yani doğaçlama yapayım derken, başı sonu belirsiz bir şey çıkıyor ortaya. Doğaçlama yapalım diyorlar, bu seferde ben yaptım oldu oluyor. İçinde hangi anlam var bilmiyor. Evvela o dramatik anlamı, metinde mevcut olan, yazarın ortaya koyduğu dramatik anlamı kavra, iyice kavra, onu yaşa. Yoksa seyirci güldükçe onu gıdıkla, ağlatmak istiyorsan biraz duygulandır, işte sana oyun, ne olacak zaman geldi geçti gibi değil tabi. Bir dramatik anlam iletmek üzere yapılan ciddi bir iş. Burada yaratıcılığın büyük payı oyuncuya düşer diyor. Böylece özgürlük kavramını getirmiş. Çocuk kendini özgür hissetmeli. Yaratma ancak özgürlük ortamında olur. Eğitimde sizlerinde şimdi hep tartıştığınız bu; çocuk kendini belli kalıplara hapsedilmiş hissetmezse, özgür olduğunu hissederse kimbilir içinden ne cevherler çıkar. Kendimiz de biliriz, sarhoşluk gibi biraz. İnsan böyle biraz birşeyler içince birdenbire zekası çok parlaklaşır. Baskı ortadan kalkınca aklına geleni söylüyor. Bazen onların içinden bazı cevherler de çıkıyor yani. Çocuklara böyle bir uygulama mümkün olmadığı için, onlara özgür hissettirip içindeki o yaratıcı cevheri rahatça sergilemelerine olanak sağlanmalı. Seyircinin düşgücüne güvenin, yani seyirci anlar, bu benim çok sevdiğim birşey. Seyirciyi hep biraz aptal yerine koyuyorlar çünkü. Onun için de perde, süflor, dekor, kostüm, bunları kullanmasanız da olur. İlle makyaj yapıp çıkmasın. Seyirci onu anlar. Yaşlı adamı canlandırıyorsa seyirci anlar. Okul temsillerinde sakal makal takıp, çocukları maskara ediyorlar. Halbuki insan yaşlıysa anlar, yani aptal değil ki seyirci değil mi? yani öyle komik komik kılıklara sokuyorlar çocukları. Özellikle elbiseleri de pek garip oluyor. Değil mi? büyük adam elbiseleri falan üstünden sarkıyor, her tarafından. O konuda o kadar hoş bir hikayem var.Ayşeabla Okulu’nda çocuklar temsil yapıyorlar. Atatürk devrimleri anlatılacak, Kıyafet Devrimi. İşte hepimize tembih ettiler çocuklarınızın kimisini modern kıyafetlerle, bazılarını da eski zaman kıyafetleriyle getirin. Eski zaman kıyafeti denince anneler özenmişler. O maşlahlar, bilmemneler, rengarenk tül sarmışlar, küçücük  kafacıklarına minicik fesler oturtmuşlar, yanakları kızarmış böyle. Normal kıyafet olarak da, işte böyle kot pantolonlar filan gibi. O zaman kot varmıydı bilmem ama. Seyirci olan çocuklar oturmuşlar. Hangisi güzel diyor hoca? Bu mu, bu mu?  Hepsi eskiyi gösterdi. Onu beğenmişler. O rengarenk, sevimli kıyafetler içinde çocukları görünce. O kadar gülmüştüm ki o zaman. Okul sahibi Neriman hanım parçalanıyor. Hangisi güzel diye. Evet ne yapalım. Seyirci öyle. O yüzden dekor ya da kostüm kullanacaksanız, doğrudan dramatik anlama katkısı varsa kullanın, süs olarak kullanmayın diyor. Bazı tarihi oyunlarda bu ne kadar geçerli. Bana kızdılar, bunlar tarihi kostümleri giyiyorlar ama taşımasını bilmiyorlar dedim. Ne demek taşımak, dediler. Tabi üstüne giydiğini de taşımayı bileceksin. Üstünden dökülüyor insanların o tarihi kostümler. Pek de işlevsel olduğu söylenemez o yüzden yani. O kıyafetteki insanın tavrının da uyması lazım, bir bütünlük taşıması gerekir. Adeta kafasındaki o yapının da o kıyafetiyle ve tavrıyla bir bütün olması gerekirken, elbisesini taşıyamayan bir adam oluyor. Paçası düşük bir adam gibi görünüyor.  Osmanlı tavrını da tutturamayınca, büsbütün berbat bir şey oluyor. 

 

Peki yönetmen kim? Yönetmenin işi dramatik gerçeği kavramasına yardımcı olmak. Yani asıl işin özünü kavramasına yardımcı olmak. Pek öyle herşeye karışma diyor anlaşılan. Oyuncuyu serbest bırak ama bir tür dramatürji çalışması dediğimiz önceden oyunun özündeki dramatik gerçeği kavramasına yardımcı olmalıdır diyor.  Baltacıoğlu’nun tiyatro konusundaki bir önemli düşüncesi de geleneksel oyun türlerinin değerlendirilmesi ve bunlardan yararlanılmasıdır. Yani Karagöz, Meddah, Köyseyirlik Oyunları ve Tüluat Tiyatrosu’ndan yararlanmış. Çünkü gelenekselden de birşeyler almamız gerekir derken biraz evvel söylediğim şu konulara işaret etmiş; Birkere bu oyunların ortak özellikleri nedir? Bireysel değil, toplumsal bir temayı işler bu önemli. İki; tiplerin genel olması, genel cinsleri göstermesi, bir türün temsilcisi olması, bir özelliği yani karakter boyutu yok. Bir de tiplerin normal ve anormal tipler olarak kümelenmesi, yani karşıtlıklar var ama bunların bir kısmı onayladıklarımız bir kısmı normal sınırın dışında kalan diyor. Güldürü türünde olması, iyimser, canlı ve sevimli olması, gerçeküstü olması. Çoğunda masal ögesi var, hep gerçeküstü birşeyler yapılıyor. Müzikle, dansla birlikte sunulması, halkla kaynaşması, doğaçlama oynanması, temsilin gerçek yaşama uzanması, onun bir parçası olması. Yani bu özellikleri var. Onlardan yararlanacaksak, halka nasıl uzanıyor, işte müziği, dansı nasıl kullanıyor, güldürüde nelere gülüyoruz, soyutlamalar nasıl yapılıyor gibi. Bana çok önemli geliyor. Çünkü yararlanacağız da, nasıl yararlanacağız. Bu özelliklere başkaları da eklenebilir.  Geldik eğitimde tiyatronun yerine. Şimdi dedik ki eğitimde tiyatro görüşü, eğitim felsefesi ile bir bütünlük gösteriyor. Tiyatro ile insanın kişiliğinin yoğrulacağını söylüyor. Tiyatro bir milli şahsiyet okuludur diyor. Bu millilik üzerinde çok duruyor; ulusal şahsiyeti yoğurur ve okul tiyatrosu gaye değil vasıtadır diyor. Yani okulda tiyatro yapıyorsan bu eğitimin bir aracıdır. Ama ne eğitiyorsun; bir kişilik eğitimi, kişilik oluşturması. Bu kişilik ulusal kişiliktir, bireysel kişiliktir ve toplumsal kişiliktir. İlkelerini söylüyor; yine tıpkı eğitimde olduğu gibi. Bir tanesi kişilik ilkesi, oyun kişisini yaşatmak, oyunculuk yapmak, bizzat rol almak, meslek olarak yaşamak, yani bir meslek kişiliği. Zaten hep öyle diyor. Yani çocuk okulu bitirdiği zaman o kişiliği icra edecek şekilde bir mesleki kişilik de kazanmalıdır diyor. Nasıl bir insan oluyor tiyatro oynayan öğrenci? Tiyatrosal anlamı olan konuyu anlayabilen kişi, bir kere bir anlamı kavrayabilen oluyor. Yani oynarken, hazırlanırken bir anlam çıkarmayı öğreniyor. Özündeki dramatik anlamı çıkarmayı öğreniyor. Ondan sonra oyun kişisinin kişiliğine girebilen kişi, bu ne demek? Bir başka insanın kişiliğine girebilmek, hayal gücünü çalıştıran, onu kavrayan, onu adeta yaratan kişi. Bu da insanı, yani çocuğu büyüten birşey. Sonra üçüncüsü, canlandırdığı oyun kişisini dile getirebilen, ifade edebilen.

 

Şimdi evvela çocuk bir konuyu anladı, sonra oyun kişisini canlandırabildi, yani onu kavradı ve hayal gücüyle bir başka insanı canlandırabildi ve onu en iyi ifade edebildi. Bana bu can noktası gibi geliyor. Birşeyleri öğrendikten sonra, yarattıktan sonra, onu karşısındakine anlatabilmeyi, ifade edebilmeyi öğreniyor çocuk. Bu günümüzde çok büyük bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Hocalar biliyorlar herhalde, çocuklar birşeyler düşünüyorlar falan da anlatamıyorlar. İşte tiyatro oynayarak bunu kazanır diyor. Zor birşey bu. Bana en zor burası geliyor. Düşüncelerini, karşısındakine aktarabilen, anlatabilen ve hatta seyirci önünde oynayıp, aktardığını da gören. Anlatmak başka, bir de anlaşıldığını anlamak ayrı birşey. Onun için de ifade; en doğru, en iyi, en yüksek, en güzel şeklini tiyatro sanatında bulur, okul bundan yararlanmayı bilmelidir diyor. İkincisi tıpkı eğitimde olduğu gibi, çevre ilkesi, gerçek bir oyun yerinde, seyirci önünde oyun oynanmalı, aileler bir araya gelip bunu seyretmeli. Yani böyle mış gibi yapmak yok. Oyun oynuyorum, nerede, seyircinin önünde, insanların önünde. Haftada bir, hadi olmadı, ayda bir diyor. Yani devamlı bir etkinlik olarak düşünüyor. Çocuklar hep oynuyor. Zaten bir sefer de herhalde çocuklara kişilik kazandırmak mümkün değil. Tekrar tekrar oynaması gerekiyor. Sonra çalışma ilkesi, anlayarak, bilincine vararak oynamak, yazarak, oyuna girerek, birlikte çalışarak yani hazır bir modeli taklit ederek değil. Birlikte çalışıp üreterek ve öyle aksiyonsuz evrim olmaz. Hareket olmadan geliştirmek mümkün değildir. Doğrudan işe sarılıp, onu yapacaksın. Elbirliği ile yazıp, dekorsuz, kostümsüz, makyajsız, suflörsüz, ama anlayarak, ama kavrayarak oynamak. Özgürce oynamak. Bütün çocuklar katılmalı diyor. Bu da bana çok önemli geliyor. Bilmiyorum, okul temsillerinde bir avuç çocuk çalışır, ötekiler de böyle uzaktan bakarlar. Hepsinin  katıldığı bir etkinlik olmalı değil mi? Şimdi yaratıcı dramada hoş şeyler yapılıyor. Taklit olmamalı, yani batıdan aldığı bir oyunu taklit etmemeli. Özünü kavrayıp kendi yaratmalı diyor. Ürün ilkesi; çocuk seyircinin anlayacağı biçimde oynayarak, anlatım gücünü kanıtlamış olur. Hem de ürün alacaksınız. Ben birşeyler anlattım, seyirci de bunu anladı, beğendi, sevdi. Yoksa çocuğun gönlü olsun diye alkışlamıyor. Etkilenecek, o da etkilendiğini görecek, ürünü alacak, mahsulü toplayacak çocuk. Böylece alıştırma ilkesidiyor; hayata alıştırma, acemiliği yenme, konuşma ve davranma rahatlığı elde edecek. Hakikaten bizim tiyatro bölümünde görüyorum çocuklar bir kaç oyundan sonra, kendilerini usta olmuş farzediyorlar değil mi? Bize böyle tepeden bakıyorlar yani. Acemilik ne kelime, ukala oluyorlar. Görseniz akıl öğretiyorlar falan. Sahneye çıkmaya görsün birkere, başka türlü bakmaya, derslerine önem vermemeye başlıyorlar. Fazla cesaret kişilikleri cuppp…. diye gelişiyor. Evet, işte böylece çocuk hem ruhsal olarak gelişir, hem de toplumsal yaşama uyum sağlar, yaşayan değerlerini görür, ulusal sorunları kavrar, gerçekleri daha iyi anlar ve yurduna sevgi, bağlılık, yardım hisleri uyanır içinde, meslek kişiliği kazanır. Somut bir iş yaratarak, üreterek, yapıcı ve yaratıcı bir kişilik geliştirir. 

 

“Tiyatronun öyle özellikleri vardır ki, bir eğitim aracı olması bakımından onu bütün öteki güzel sanat kollarından üstün kılar. Bu özellikler onun hayata en yakın bir sanat kolu olmasından ileri geliyor. Tiyatro gerçek hayatın kısaltılmış, buna karşın gereksiz eklenti ve takıntılarından soyutlanmış, sıkışık bir şekildir. Hiçbir sanat, ne edebiyat, ne resim, ne de bir başkası, tiyatroda bulunan özellikleri taşımaz. Okulda tiyatroyu çocuk şahsiyetinin gelişmesi için kullanmalıyız.”


Bunu böylece yazıp, yeniden Milli Eğitim Bakanlığı’na gönderelim. Son olarak kendi çalışmalarını özetlemek istiyorum. Baltacıoğlu bu kuramını, tiyatro eğitim kuramını kendisi uygulamış bir bilim, sanat ve hayat adamı. 1912’de Şemsinkatip’de kendi yazdığı senaryolardan oyun üretmiş. Edirne’nin Muhasarası, Yavuz Sultan Selim’in Şahadeti diye. Okul bahçesinde oynamışlar, öğrenci velilerine. Oyuncular arasında Şehir Tiyatrosu oyuncusu bir Küçük Kemal vardır,  o da çocukmuş ve de oradaki oyunculardan biriymiş. Tiyatrocu olmuş sonra. 1929’da Gazi Terbiye Enstitüsü’nde kendi oyunlarını oynatıyor. 1937’de Çamlıca  Altunizade Altın Yurt Spor Klübü’nde; İnanmak, Akıl Taciri, Kafa Tamircisi oyunlarını doğaçlama olarak oynatıyor. Zaten diyor ki, ben metni kabataslak olarak veriyorum, çocuklar doğaçlıyorlar. Peki siz ne yapıyorsunuz diyorlar. Benim adım meydancı diyor. Ben sadece sıralarını şaşırmasınlar, atlamasınlar diye birazcık gözkulak oluyorum, başka türlü müdahale etmiyorum diyor. 

 

Maltepe Ortaokul Kampı’nda gene öz tiyatro kuramına uygun olarak Akıl Taciri oynanmış. Üsküdar Bağlarbaşı Halk Partisi Muratbey Semt Ocağı’nda aynı oyunu sahnelemiş.  Bütün bu oyunlarda ezberletmeden, orta yerde, makyajlarını da herkesin önünde yaparak (küçük bir makyaj yapmışlar anlaşılan) oynanmış. Diyor ki, oyunu biten çocuklar, seyircinin yanına, ön tarafta bir yere otursun. Adeta diyorum, bugünün tiyatro kuramında bu yapılıyor ya,  yani oynadığım bir oyundur nihayet, seni aldatmıyorum, gerçek diye yutturmuyorum, ama oyundan bir dramatik anlam çıkarıyorum. Onun için de seyircinin arasından oyuncu çıkarmak ya da seyircinin önünde makyajını yapmak gibi uygulamalara Altarnatif Tiyatro adı konuyor. Baltacıoğlu bunu 1930‘larda bundan 60-70 yıl önce uygulamış.

 

Size elimden geldiği kadarıyla hem Baltacıoğlu’nu genel olarak tanıtmaya, hem de tiyatro kuramını ve eğitimde tiyatroyu anlatmaya çalıştım. Bana sormak istediğiniz birşey varsa onlara da cevap vereyim. Buyrunuz efendim.

Naci ASLAN – Çocukların kişilik gelişimini hedefleyen bir oyun kurgularken, bir oyun hazırlarken, Baltacıoğlu’nu oyunun sergilenmesi mi, yoksa hazırlama süreci mi daha çok ilgilendiriyor? Ya da çocukların kişilik gelişimi için öngördüğü; örnğin algıyı, empatiyi geliştirir, ifadeyi gücünü geliştirir, oynama becerisini geliştirir, duygusal gelişimi, toplumsal gelişimi, kişilik gelişimi, yaratıcılık gelişimi hedeflerine  oyun hazırlama süreciyle mi ulaşıyor, yoksa sergilemeyle mi? 

Prof. Dr. Sevda ŞENER - Şimdi bir kere tiyatroyu bir araç olarak görüyor. Sergileme dediğimiz zaman, ne güzel temsil çıkardı çocuklar, asla öyle değil. Ama sergilenmedikçe bir oyunun, işin tamamlanmış olduğuna inanmıyor anladığıma göre. Yani hazırlanacak ve oynanacak seyirci önünde tepkisini de alacak ki bu iş bitmiş olsun, tamamlanmış olsun. Yani tek başına sergileme yeterli değil. Beğenildi mi, güzel bir oyun çıkardık mı, yarışmaya katılsak mı bununla falan gibi asla bir amacı yok, ama mutlaka hazırlanacak ve temsil edilecek ki o iş bütünlenmiş, tamamlanmış olsun. Onun için sergileme bir gösteri değil ama seyirci önünde oynayarak, o işin tamamlanmış olması. Onun için ikisi de zannediyorum. Ancak hazırlanma süreci, besbelli ki daha önemli. Ama hazırlanma süreci seyirci önünde oynanıp da seyirciye geçtiğini hissetmezse çocuk, tamamlanmış olmuyor. Asıl orada ifade ettim ama anladılar bak, birşey anlatmaya çalıştım, anladılar ve etkilendiler desin ki, netice alınmış olsun. Seyirci önünde oynanmadıkça sonuç alınmış kabul edilmiyor. Tabi hazırlama sürecinde çocuk bir çok aşama kaydediyor, benim anladığıma göre. Ama birinin önünde oynayıp da onun sonucunu, ürününü alsın ki, yani ağaç dikerken, herşeyi biliyor ama meyveyi de kopardığı zaman ben bunu yaptım diyebilsin. O başarıyı, o sonucu görebilsin diyor. Bilmiyorum, sizin çalışmalarınızda seyirci yok değil mi?

NACİ ASLAN- Drama çalışmaları sırasında seyirci yok. Ancak biz Oluşum olarak 9 aylık bir drama çalışmasının son ayını gösteriye ayırıyoruz. Katılımcılar böylece seyirci karşısına çıkıyor. Ama şöyle bir kural var; gösteriye katılmak zorunlu değil. Ben gösterinin de en az süreç kadar etkili olduğuna inanıyorum. Bunun kanıtlarını yıllardır çocuklarla yaptığımız çalışmalarda gördüm. Tabi şimdi biz 70 yıl önce düşünülüp, hayata geçirilen bir teoriyi bugün, bundan 70 yıl sonra birçoğumuz Baltacıoğlu’nu bilmeden farklı biçimde uygulamaya çalışıyoruz. Bizim hedeflerimizle, Baltacıoğlu’nun hedefleri örtüşüyor. Ortak hedeflerimiz şunlar; drama algıyı  geliştirir, empati; yani kendisini başkasının yerine koyabilmeyi, onun duygu ve düşüncelerini anlayabilmeyi, ifade gücünü geliştirir, genel bir oynama becerisi kazandırır, üretime yönlendirir, toplu çalışma isteğine yönlendirir, ruhsal gelişime katkıları vardır, ruhsal olarak sağlıklı bir birey olabilmeyi sağlar, belli ruhsal sorunların sağaltımına yardımcı olur, kişilik gelişimine, yaratıcılık gelişimine katkıda bulunur. Gerçi bu gün Eğitimde Tiyatro ve Eğitimde Drama iki ayrı alan ama örtüştükleri çok şey var. Bunları tartışmalıyız diyorum. Çünkü böyle bakınca uygulama açısından, gösteri dışında arada bir fark yokmuş gibi geliyor.  

Prof. Dr. Sevda ŞENER - Evet aslında farkı şu, Baltacıoğlu bütün okullarda böyle bir faaliyet olsun istemiş. Siz özel kuruluşlar olarak yapıyorsunuz. En can alıcı farkı bu. Aslında bütün bu işlerin okulların normal eğitim planı, programı içine alınmış olması asıl amaç. Siz çok iyi bir iş yapıyorsunuz tamam da, belli kişiler katılıyor. Oysa bütün okullarda bu faaliyetlerin doğal olarak yer aldığı düşünülürse, hatta belli konuların öğretilmesi, şimdi bir de onlar var, yani sadece yazılmış bir metni değil, belli bir dersi öğretmek için, tarih öğretmek için, ne bileyim matematik öğretmek için, herşeyi öğretmek için yapılmış oyunlar olarak yapılırsa, o zaman sanıyorum, Baltacıoğlu’nun hayalleri gerçekleşmiş olacak. Yani onu nasıl kabul ettireceksiniz bilmiyorum. Uzun zaman biz İnci hanımla beraber buna epey uğraştık. 

Bir Dinleyici -  Şu anda, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kabul görmüş bir öneri bu. Yani okullara seçmeli ders olarak konmuş. Öğretmen yetiştiren okullara da zorunlu ders olarak kondu. Ama tabiki bütün sorun artık, öğretmenleri yetiştirecek hocalar var mı üniversitede? Çünkü eğitim fakültelerine kondu ve bildiğim kadarıyla 47 tane eğitim fakültesi var. Bunlar her sene beşyüz, bin gibi öğrenci alıyorlar. Sınıf ve okulöncesi öğretmenliklerine. Bunları yetiştirecek öğretmen yok malesef. 

Prof. Dr. Sevda ŞENER - Şimdi yalnız bir yanılgı var, ders olarak kondu denince valla benim tüylerim diken diken oluyor. 16 ders üstüne bir 17. ders mi geliyor çocuklara. Ben mübaala ettim galiba ama, yani 7-8-9 ders. Bu ders değil, etkinlik. Devamlı olan bir yöntem, eğitim yöntemi. Aman ders demeyin yine, bilmem kim kaçta doğdu, kaçta öldü diye çocuklara ezberletecekseniz, hapı yuttu çocuklar. Öğretmenin kolayına gelecek. Bu o kadar zor ki, ezberletmek hep kolay gelecek. Çocuk için de ezberlemek daha kolay. Ben kendi çocuklarımı büyüttüm, şimdi torunlar büyüyorlar. Bize ezberlemek zor geliyor, tam tersine çocuk ezberlemeyi çoktan kabullenmiş. Ezberlemek kolay geliyor, anlamak zor geliyor. Yani koşullanmış ve hemen bir kolayını almış. Valla hayret edersiniz nasıl ezberliyorlar. Anlamadan, öyle güzel ezberliyorlar ki, şaşarsınız. Siz ona anlatmaya çalışırsanız, fena halde içerliyor. Benim torularım bana öfkeleniyorlar. Bu kadar ezberle, bir de anlamaya mı çalışacağız diye. Ezberleme anlama değil ki, başka birşey. Yani burada Baltacıoğlu çocuğun; ben anlayabilirim diyebilmesi, kendine güven duyması, anlamaya çalışma alışkanlığı kazanmasından sözediyor. O kadar korkunç birşey ki çocuk ezberlemenin kolaylığını almış, ezberliyor, çok da kolay ezberliyor. Hayret edilecek kadar kolay ezberliyorlar. Ama anlamak, bir şeyi kavramak hakikaten zordur. Geçtim eğitimi, tiyatro eğitimi gören konservatuarlarda bile acaba bir oyunu kavrayabiliyor mu çocuklar çok merak ediyorum. Ezberleyip, oynuyorlar, çok da güzel oynuyorlar ama içindeki dramatik anlamı süzüp çıkarabiliyorlar mı, anlıyorlar mı, çok kuşkum var. Yani değil okullarda, profesyonel sahnede oyun çıkaran insanların o özündeki anlamı kavradığından kuşkuya düşüyorsunuz. Çelişkiler, yapaylıklar, yüzeyde kalmışlıkları görüyorsunuz ve sizi hakikaten yüreğinizden kavramıyor. Onun için bu da okullarda ders okutacak adamın da her derste olduğu gibi, çok iyi eğitilmiş olması gerekiyor. Yoksa hiç ders olarak konulmasın daha iyi. Tiyatroyu hiç olmazsa seviyor çocuk iyi kötü, komedi momedi olsa da gidiyor. Sonra ondan da nefret edecek, aman Allah bir ders daha diye. Çok iyi hatırlıyorum, bir zamanlar Turgut Özakman’ın son derece hoş bir oyunu vardı, Resimli Osmanlı Tarihi diye, o oynuyor. Şimdi otobüste iki çocuk konuşuyor, resimlerle tarih mi anlatacaklar, ben o oyuna gitmem diyor çocuk, gene tarih, tiyatroda bile. O arada konuştuk ismi falso bu oyunun dedik, seyirci gelmiyor. Resimli Osmanlı Tarihi; fotoğraflarla tarih anlatıyorlar galiba gibi geliyor. Çocuk tarihten nefret ediyor, tarih dersini göre göre. Onun için tiyatrodan da nefret edebilir. 

Haldun AÇIKSÖZLÜ - Hocam bir soru soracaktım ben. Yaratıcı drama dersi kondu şimdi, belki biliyorsunuz, 4, 5, 6 ve 7. sınıflarda veriliyor. Sizin söylediğiniz gibi aslında bizim istemimiz drama dersi koydurmak değil, tam da tersine… 

 

Prof. Dr. Sevda ŞENER - Nasıl bir ders yapıyorlar drama dersinde?

 

Haldun AÇIKSÖZLÜ - Kitap ta çıkarmışlar böyle “drama nedir” diye, drama yapıyorlar.      

Prof. Dr. Sevda ŞENER - Valla ben eleştirmekten de usanmışım. Bak şimdi siz ortaya çıktınız, yapın eleştirinizi. 

Haldun AÇIKSÖZLÜ - Hocam ben demin Naci arkadaşımın da sorduğu soruya ilişkin olarak sizin söylediğiniz bir yerde kafamda bir soru işareti oluştu. Ben de Baltacıoğlu konusuyla yıllardır uğraşıyorum. Ne yapıyor bu adam diye bakıyorum. Drama ve tiyatroyu prova olarak gördüğünü, hayatın provası olduğunu söylüyorsunuz. Tam da tersine, tiyatronun hakikat olduğunu, hayatın hakikatı olduğunu söylüyor ve…

Prof. Dr. Sevda ŞENER - Tabi sözcükleri böyle demiyor. Bir yaşama alıştırma diyor. Prova sözcüğünü ben uydurdum doğrusu, hiç öyle rastlamadım.

Haldun AÇIKSÖZLÜ - Eğitimde de yaparak öğrenmektir ve hayatın kendisi olmalıdır diyor. Eğitim de hayatın kendisi olmalıdır. Bu noktada da şeyi de ayırmıyor. Yani süreç mi önce, seyirciyle karşılaşma süreci mi önce, hangisi önce diye kaygısı yok. Özellikle de istediği bir şey var; sizin de altını çizdiğiniz, illaki seyirciyle karşılaşmalı ve tenkit edilmelidir diyor. Tenkit edilerek diyor, yapıp yapmadığının ölçüsünü görmek zorundadır diyor. Bu noktada sanırım o prova sözünü…

Prof. Dr. Sevda ŞENER - Tamam aldım, geri aldım. Teşekkür ederim. İşte böyle, boynuz kulağı geçti dedikleri böyle oluyor. Öğrenciler yetişiyorlar. Teşekkür ederim sağolun. Buyrunuz efendim. 

Ayşe OKVURAN – Tabi ki alanlar açısından bir tarafta eğitimde tiyatro, bir tarafta eğitimde drama diye iki ayrı litaratür kaldı. İki ayrı alanın olduğunu düşünüyorum ben. Bütün çocukların gösteri yapması mümkün değil, sınıflardaki kalabalığı düşündüğümüzde. Genede iki temel farklılık var. Ama Baltacıoğlu’nun görüşlerini sıralayınca belki ikisinin birleştiği ortak yanlar var. 

Prof. Dr. Sevda ŞENER - Anladım da bu sınıflar bu kadar kalabalık değilmiş, o zaman herhalde. Öyle elli, altmış kişi, Ne yapılır yani? Bir sürü yeni şartlar geliyor. Özel okullar daha kolay uygulayabilir belki. Çok teşekkür ederim. 

 

* 4 Nisan 2000 tarihinde Çankaya Belediyesi Mithatpaşa konferans salonunda Oluşum Drama Enstitüsü tarafından düzenlenen "Eğitimde Tiyatro ve Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu" konulu söyleşide Prof. Dr. Sevda Şener'in yaptığı konuşmadır.

 

KAYNAK: OLUŞUM, Oluşum Drama Enstitisü İç Bülten, Sayı 11, Temmuz 2000, Ankara.